Saklı Fahişeler Düğünü

12:12 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Seninle daha iyi anlaşabilmek için boynumu kesecek kadar beni sevmen için çabalıyordum. Sana baktıkça yazılacak ve anlatacak bir hikaye olması gerekliliğine inanıyorum. Sanki hiç ağlamamışsın gibi geliyor, bir insanın gözleri hiç ağlamamış gibi bakar mıydı bilmiyorum fakat inanıyordum, gerçek değildin, hiç taze fasulye kırmamış, hiç kahvaltı hazırlamamış, hiç ayaklarını uzatıp, ne kadar çatlağım var dememişsin gibi, insanın varlığı hep böyle bir yaratımda kendini var ederken F. Sen bir şekilde tanımladığın ve arayışlarındaki kendini kimsesiz bırakabilmek için tüm yaptıklarını izliyordum. Seninle bir sokak arasında tanışabilirdik, daha önce sevgililerimizin birbiriyle seviştiği bir dedikoduda da var olabilirdik, biz hiçbir bağımız olmadan da iyi anlaşamayacaktık. Birbirimizi o kadar çok yok etmek istiyoruz ki, tüm erkeklerin ve kadınların ahını kalbine saklayacak türde acıların olduğuna inanıyordum. F, göğsünde uyuyup sana duvardaki kızın masalını anlatmak isterdim. Bu masalda sana bırakılan bir duvar ve bir kız rolü düşüyordu, ben kız olmayı beceremezdim, çünkü hiçbir erkek ya da kadın varlığım için ya da seks düşkünlüğü için numarasını bilmediğim göğsümdeki sütyeni çıkarmak için kısacası hiçbir cinsel hayalin içinde var olmadığım için kadın olamıyordum. Kendim olamadığım gibi, kadın da olamıyordum, bir şey olmayınca tüm olan her şey sana yakışıyormuş gibi geliyor, senin dudakların da öyle, sanki bende dursa sabaha kadar gülecektin F. Sana F dememin sebebini sen daha iyi biliyorsun, çünkü yıllardır kaçmak istediğin her şeyin içinde F harfi olduğunu biliyorum. Fahişe olmamaya çalıştın, farklı da olmamaya çalıştın, fakir, faal, felaket, fırın bile olmamaya çalıştın, bir şeyler olmadıkça senin için anlatacaklarım sadece sana dokunmak isteyenlerin Duvarın Masalı diye kendimi kandırarak, şu an uydurduğum bir anda var olabilirdin. Bir fotoğraf çekmezdin, çünkü içinde kadınlık, cinsellik, haz, kaygı, korku, temelde var olan ne kadar saçma sapan özel sanıp, kendimize koyduğumuz fanusun gözyaşını Medusa gibi davranarak anlamlandırsak da, sana bu gece bu masalı yazacağım, çünkü hiçbir erkekte olmayan bir şey var sende, F, sen kendi bedenini öptüğünde, çocukluğuna dönüyorsun, bunu sıcak su altında yapıyorsun, uyurken yapıyorsun, orada dönüştürmek istediğin, öldürmek istediğin, kendini kurtarmak istediğin ve ne varsa hepsini dört yaşında tenine bağlanmış dikişlerinle beraber, bağladın her şeyi, sahip oldun, bir uçurtmanın ipleri kaldı teninde, anlatacaklarım senin yaşına uygun değil artık.

Seni hiçbir zaman öpemeyeceğimi bilmek bana huzur veriyor F. Bugün yıllardan ve günlerden senden hangisi olduğunun pek önemi olmadığı günlerden. Sen bugün bacaklarını almış ya da sinirle bağırmış olduğun günlerden biri değil. Senin yaşadığının bile farkında bile değilim. Aklıma hep ölmek istediğim anda geliyorsun. Kapıyı çalmadan, zihnimde bir görüntüyle geliyorsun, saçların kıvırcık ve annenin kucağında, sanki hep o kucaktan inmemiş gibi sevmek istiyorum seni, yaşamın bir ötanazi olduğunu bildiğim için dahasını yapmak için kilo vermek ya da kilo almanı beklemek istiyorum, daha da çirkinleşmeni, yaşlanmanı, ölmeni bekliyorum. Öldüğünde arkandan bir roman yazacak olsam, kalbinin yerini hiçbir zaman bilmiyorum fakat öldüğünde toprak kokunu tüm varoluş alıyordu yazardım, uzun uzadıya yazardım. Bu gece ölen bir çocuğun, bana bıraktığı çocuk duasını sana öğretmek isterdim. F. Sen hep kendinden kaçamadığın için seninle denk geldik, yanlış yerlere kaçtığımızı, yanlış söylemlere inandığımızı hatta yara kabuklarına birbirimizin ismini taktığımızı bile biliyorum. Benim ismimi bilmiyorsun, bir insanın kucağına ezanla fısıldanan isimden intikam alması gerektiğini de biliyorsun. Sen uzak bir şehirdeyken de biliyorum. Sevişirken nasıl iç çekişinden, erojen yerinin neresi olduğunun da canı cehenneme, sen bile bilmiyorsun bunları, bunları hiçbirini bilmek istemediğin için tüm cümleleri içinde biriktiriyorsun, boğazından, gözlerinin çevresindeki günden güne dönüşerek, kendini daha da koyu, daha kadın, daha antianne, daha antikendi, daha kahramanlıklarını öldürdüğün o anlara dönüşüyor. Sen bir duvarın üstündesin ve ben de o duvara yazı yazıyorum. Arkasında yıkılan Berlin duvarındaki Nietzsche olabilir, belki Rosa Luxemburg olabilir, şimdi seni etkilemek için bir isim daha yazmamı isteyen iç duygumla yazıyorum, Clara Zetkin olabilir. Duvarın üstündeki seni görüyorum, sana dokunmak isteyen insanların bir karnavalında, bu kadar güzel olduğunu biliyor olmanın sana verdiği acıyı biliyorum. Göğsünde uyuyakalmak isterdim, beni sevmeden, bana değer vermeden, beni ben olduğum için kabul etmeden uyuyakalmak, oradaymışım gibi uyuyakalmak, gördükçe tenindeki uykuyu anımsıyorum. Saklanmadığın geceleri, hep savaşın ön yüzünde olan, her anda seni öne attıkları çocuklukla seni, seni görünce tüm tenim bana lütfen yaz diyor, yaz dedikçe F. Yazmaktan kaçamıyorum. Duvarlar insanlar duvara dokundukça yükseliyor, yükseldikçe sen bir sessizliğin ve hep hayal ettiğin ve sadece iki kişiye anlattığın o yere doğru yükseliyorsun, gidemeyeceğin ama gittiğini fark etmeyeceğin o yere yükseliyorsun. Ayak parmaklarını sevmen için yeryüzünden sana bakıyorum.

Duvarları olanların evlerindeki tüm alanlar pürüzsüz olurmuş, tenleri de dahil, yaşamlarını da bu tarzda yaşamak isterlermiş, duvarları yükselen kadınlardan biriydin, teninde kendini defalarca kapatmış bir örtü vardı, seninle bir su damlasının içinde uyuyakalabilirdik fakat her şeyin isminin değiştiği o geceyi hatırla, bir Nisan gecesiydi ve sen masal dinlemediğin ve bilmediğin için kendini kötü hissetmiştin, sadece senin bakacağın bir duvara isim koymalıydın, ne zor geçmişti Nisan ayı ve duvarlar yükselmişti, sana ulaşan insanlar dokundukça duvarlar yükseliyordu. Hiç tanımadığın birine bilet alıp, ona sırtına dokunup gitmesini söylemen gibiydi, böyle mucizelerin üzerine kitaplar bıraktın, hiçbir mucize artık bir satırdan daha güzel olmadığına inandın, çoğu zaman da böyleydi ve insanlar duvara dokundukça, teninden, ellerinden, göğsünden, ağlamadığın, güldüğün ya da sırtındaki sivilcelerinden, kendi dokunduğun kulak arkasından duvarlar çıktı. Hiçbir intikam duvarların yükselmesi kadar iyi gelmedi sana. 

Yükseldi insan, bulutu, denizi, uçmayı, esmeyi buldu fakat sızmadı senin gözlerinden bir başka yere. Birlikte birbirinizi aldatacağını biri bulamadığın için duvarlarınla sen birbirinizin arasında kalmıştın, insanlar dokundukça sessizleşiyorsun. Ve insanlar üst üste çıkarak sana dokunmak istiyorlar, sana dokununca insan ne hisseder, sen ve bir yanındaki koltuktaki insan arasında ne vardı, neden sen ile başkası arasında kaldığında insan yanlış bir şey yapardı. Ben sana çocuk duasını öğretmek için kağıttan uçak yaptım ve duvarların üstünden geçerek, hiç sevmediğin fakat yastıkla uyuduğun kucağına geldiğinde, okudun, okudukça duvarlar insanlar arasına karıştı, artık insanların duvar gibi sana baktığı andasın.

Mektubu yazan sen misin diyorsun birine, dokunuyorsun boynuna sol elinle, çünkü seviyorsun sol taraftan dokunmak, elini tutmak, uzun zamandır kitaplar haricinde tuttuğun tek elin kendisi olması da ne kutsal buluyorsun, insan kendi eline benzer bir elde korku ve acıma duygularından arınabiliyor, sert ve damarlı, kuvvetli ve güzel parmaklı derken, hiçbir şeyin güzelliğini kaybetmeyeceği algısı ile bir şeyler okuyorduk, belki de mektubumdaki gibi F., bu mektuptaki cümle gibi, o romanın ilk cümlesi gibi, Varlığın güzelliğini asırlardır bekledi. Güzellik sendeki tek imge gibi saklanmıştı, çocukluk özlemlerinin önünde ne kadar güzel bir kız çocuğu dendi, ne kadar akıllı olmuştun bazen ne kadar zeki, bazen ne kadar güzel, ne kadar güzel, ne kadar akıllı ama çok güzel, güzel olmak sende sakladığın göğsün gibi, kadın olmak gibi, anlatamıyorsun hiçbir şeyi tam olarak bazı meselelerde. Dokunduğun kişi rengarenk boyalar gibi elinden aktı, sen misin dedin, evet dedi ve dokunduğunda yüksekten baktığın bir vadinin, soğuğu gibi bir rüzgarla düştü elinden, sen mi, sen mi, baloncuk, Adorno sayfaları, kar küresi, küf derken, dokundukça dönüşen insanların arasından yanımda geçtin, yanımdan geçip gitmiştin, Milena'dan daha güzel olduğunu bildiğin için geçip gittin ve geri bir adım atarak, son fotoğrafındaki bakışla baktın F. Ben saatlerdir senin gibi bakmaya çalışıyorum ayna karşısında, nasıl yapabiliyordun bunu, nasıl kendini benzetiyordun bir anlama, nasıl tenini öpebiliyordun ve kimsesizliğe dayanabiliyordun F. Ben bir ölümün ip atlayışından senin duvarlarının tozunu tenime saklayacak kadar sana yer ayırabilirken, seni görmek istiyordum içten içe, gözlerin gibi bakamıyordum, göğsünün kabarıklığında - çıplaklıktan nefret ediyorum - uyuyakalmak için görmeyi istiyordum, tüm göğsü olan herkesin güzel uyumadığın bilerek uyumayı istiyordum. Dokundun kirpiğime, ellerin kalp acısı gibi oldu, bir kağıt kesiği ya da annenin babana nefretle baktığı 1999 yılındaki his gibi, o gecenin hissi gibi, karanlığında, tek başına girdiğin yatakta hiçbir şeyini feda edemeyecek kadar korktuğun birkaç sene önceki gibi. Elimden tutmadın, tutamazdın, tutmayacaktın, tutulası olan bir ele sahip değildin fakat yürümüştük, duvar yükseldi ve duvarın geceye en yakın çizgisinde F. Benim ayaklarıma basarak dans etmek istedin, biz hiçbir zaman birbirimizle romantik olamayacak kadar anlamsızlığı biliyorduk. Bir nehirde iki kez yıkanılmazsa, biz de birbirimizle tek bir defa güzel bakabilecektik bir ömürde, dans bittikten sonra fotoğraftaki gibi baktın, omzundan Rönesans tablosundaki gibi hayal etmek için birkaç saattir zorladığım fakat ayna karşısında senin gibi bakamadığım bu gecede, o anda, işte o geceye yakın bir yerde, saklanarak yazdığım bu yazıda, yatağın altına girecek kadar küçük olmadığım bu yazıda boynun boynuma bir Persona filmi sahnesi gibi değdiğinde, romanımın ilk cümlesini kucağına fısıldadım, yer değiştirdi rüzgar beni, tenin tenimden geçti ve yine bakamadım sen gibi bir boşluğa, çocuk duasını sana öğretmem için en Fransız filmi klişesi gibi göz ucumdan, dudak ucumdan, boyun ucumdan öpmeni istedim, bunların hepsi öptükçe bir ağacın gün geçtikçe kararan kovuğuna dönüştükçe sözlerim kulağına geldi ve kendimi yükselen duvarından bir başka duvara fırlattım. Artık en zor anında bir ölü çocuktan çaldığım bana göndereceğin üç fotoğrafına karşılık üç acını senden aldım. Tanrı var olsaydı, seni yaratacak kadar kimsesiz olmazdı. Biliyorum, baban gibi gerçekleri saklamak için uzaklara bakıyorsun. Sözler değil, eylem, artık yazmamak için parmaklarımı geçmiş fotoğraflarla kesiyorum.

0 yorum:

Annelerin Öldüğü Gece Gözlerini Oyan Mavi Kadınlar

13:23 Yazabilen Yaratık 1 Comments




Kuyunun dibinde kurtçuklarla koşan kadınlar, o gece bir çocuk doğurdu. Mavi gözlerini toprağa sürerek kendilerini anlattılar ona. Kıvılcımın bir zamana düşmesi yılları alırdı, kuyunun dibinde göğsü kanserli kadınlar, onların inançları ve geceleri hep bir an bir başka anın değerine varırken, o oldu. Kutsal kitapta O diye bahsettikleri, pek çok kadının doğumuna en olmuştu. Çünkü elleri bir başkasına hiç dokunmadan çürüyecekti. Kuyunun dibindeki çocuklar denizi gökyüzü sanıyordu. O gece bir boğulma gibi sular yükseldi, Musa Kızıl denizi, onun saçlarından alarak anlamı ortaya çıkardı. Yaratıldığında sadece bir kız çocuğu olarak kalacaktı, yüzyıllarca bunun içerisinde yaşlarından vazgeçti. Bir gece tüm kuyuların hepsinde insanlar yaşamaya başladı, o gece onunla sadece gökyüzünde tanışacağımıza söz verdik. O gece birinin doğması için ölüm gerekiyordu. Her çocuk eliyle ölüm getirecek ve dağıtacak tebessümü olanlara, kabul etmek için vazgeçmek gerekecek, anlamlı vazgeçilenler mesela, bir yetenekten, bir anlamdan, ölümü uykusunda bilen kadından belki de. O gece birileri hep bir yere gitmek istedi. Onunla konuşurken ölmesi gerektiğini düşündük, bir göz rengine karşı başka karanlığı ölebilmeli. Bu yüzden gece ve gündüz gibi bölündü gözlerimiz, kapatacak kadar var olmuş muydu?

O gece intihar ederek, onunla doğdum, uzun ve sancılı olsak da onuınla aramızda uzaklıklar var olacaktı. Bu ikiye bölünen zamanın bir anda saçlarını gibi uçuşması. Saklı oluyorsun ve senin gözlerinden zamana yayılıyorum, göğsündeki ben sanki boğazımdaki yıllarında kayboldu, Tanrı diye doğurduğum her zaman senin kuyunda var olacak, gece gibi dualar ediyorken, sırtına dokunduğumu biliyorsun, ölmek için dans etmek, sen ve hiç içinde olmadığım senden, uykularımda sadece bir karanlıkta sesini duyuyordum, ellerim yok edecek her anda seni dinliyordum. Gitmek istiyordun, sadece gözlerini, sonra seni, ellerini, korkularını kaçırdılar, kuşkular küçük göğsünde var oldu. Sonra sadece kurtçuklardan vazgeçtik, ses verdik bir uçurtmanın kırılmasından, işte orada bir kuyunun ta dibinde, ellerimle yarattım, gözlerini kapatmanda, senin kardeşin olmayı ya da seni kendim doğurmuş olmayı isteyecek kadar çok seviyorum.

Ayrılmayız artık.

Sanki birinde bahar çiçeklerinden tüm sözler gerçekliğiyle karşılaşacaktı. Bu gece.

1 yorum:

Kaygılar Lahdi Orospuları

11:43 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Kendi zamanından koparılmış bir Havva meyvesi dünyanın varlığını bir başkasına teslim ettiği geceydi, her şey genelde gece olurdu, anneler gece dövülür , zamanlar gece tersine akar, tersine akan tek şey zaman da değildir, her şeyin Antik Yunan'da başladığını hemen aklımıza geldiği geceydi. Bir geceyi size anlatmak için yatakların yumuşaklığını ya da gecenin hangi yataklardan geçtiğinden bahsetmem gerekiyordu. 


Havva'nın yeryüzündeki tüm erkeklerle yattığı geceden hemen önce, Auletrides bize bir şarkı söylemişti, kulaklarımızdan akan spermler ve gözyaşları her tarafı güzelleştirmişti. Tüm gece labutların bedenimizde güzelce gezindiğinde anlayabilmiştik. Eski bir gecede, yatakların dantel örtülerinin ısırılarak sevişildiği ve ağlandığı gece ki her zaman bunlar birbirine benzerdi, ağlamak ve sevişmenin ortaklığında yaşama tutunuyorduk. 


Kaygılar lahdi, onun herkesin önünde baldıran içmesiyle başlamıştı. Auletrides sadece o gece farklı şeyler istemişti, bir kadınla ya da erkekle yatmaktan öte, kendi başına ilk dokunuşlarını keşfetmek istiyordu. Yeryüzünde ölecekler ve doğacaklar arasında sadece cümlelerini kutsallaştıran bir o vardı, hem Tanrı hem de yaratılmışlardı, hem doğum hem kaygıydı. Sadece gözlerinin güzelliği kadar, kasığının tüyleri kadar çirkindi, her anın diyalektiğiydi. Sadece kendi ellerini kesmekle kalmadılar, nereye dokunduysa böldüler Auletrides'i, sadece bir başkası ile değil sadece kendisine dokunduğu için, çünkü kaygılarımız hep kendi içinde bir başka çocuk daha ister, kendimizin içine akmaktansa tüm dünyayı yutacak kadar güçlü olduğunu düşünmek ister, saçlarını taramak yerine tüm taranmış saçların ondan varolmasını ister, bu yüzden o gece onu izlemiştim, insanın kendine dokunması onu fahişe yapmadığı için tüm erkekler ve Tanrı'lar ona bunu yasaklamıştı, onu da gördüm, tüm herkesi, doğan ya da doğmayan herkesi görmüştüm, İsa'lar ya da Adem'ler' Zeus'lar, Yehova'lar, Transkitolar, Alemothlar, tüm varlıkların ataları ve eski sevişenler, yeni boşalanlar, herkesin önünde yakmak istediler, yakıldıkça daha da ağlandı, seviştiler ateşinin önünde, herkes bir anda kendindeki kaygıyı bir başkasına aktardı, Auletrides yanıyordu ama ölmüyordu, üzerine boşaldılar sönmedi, ağladılar, sönmedi, o ne zaman isterse o zaman sönemezdi, tüm ahlaksızlıkların kendinden olduğunu ve anlamların sadece bir başkasının fahişesi olduğumuzda değer kazandığını bildiğimizden sönmedi, yanıyordu ve lahitlerle yanan bedenlerini kesmek istediler, ben oradaydım, ağlamayacak kadar inançsızdım geceye, o orada yoktu ve yanıyordu, birileri hep dışarıdaydı ve kediler içeride olmasını istedikleri için vardı, ben yanmıyordum ama acı çekiyordum, o yanıyordu ama ölmek istemiyordu, ölümü seçmemişti, Tanrı'yı seçmemişti, gitmemişti ellerin anne saçlarıyla bağlıydı, tüm zamanların kaygıları gökyüzünden yerde filizlendi, hepimiz bir başkasının zamanında yaşam bulduk, bağırmamak için ellerini ısırdık, kırdık tüm toprağın içindeki kadınları, sözlerim lahdin içinden yüzüme çarptı ve bağırdım, bağırdıkça tüm ateşler bedenime dolandı, kendi ateşimi tanımıyordum, nasıl yaktığını bilmiyordum, onun varlığıyla karşılaşmamak için her şeyi yakıyordum, her zamanı ve insanlığı önümde yok edebiliyordum, kendi kaygım gün ışığından alıyordu, kendi varlığımı sadece lahdin sözleriyle ezberlemiştim, ateşimin yaktığı her şey tüm varlığımın hesabını kutsallaştırdı, parçalanmadı, sadece eksik olanları gösterdim, Tanrı'lar kabul etti, insanlar sevdi, ellerim ateşimle kırıldı, bir fahişeydim ve sakladıklarım gerçeklerimden öteydi, bir başkasının ateşini sakladıkça, siyah ve daha da kutsallaşıyordum, bir bebeği karnında taşıyan anne kadar kutsal ve kaygılıydım, kendime dayanamadığım için kaygılar yaratmıştım, Auletrides sonunda sönmeye karar verdi mi diye ateşimden vazgeçtim, hala elleri ve kasığının içi yanıyor ve yere damladıkça tüm gökyüzündeki herkesin yüzünden kaygılar akıyordu, sıcak sularla yüzümüzü yıkıyor ve akıyorduk ve güzel sözler ve gerçek dışılıklar ve fahişelerimizi seçerek her şeyi kendimizden uzaklaştırıyorduk. 



O gece, dudaklarını ellerimle parçaladığım kadınlarla yer sofrasının üstünde seviştik. Saçlarını koparıyorum, ben Cehennem'in tadını Auletrides'in yangınıyla birleştirmiştim artık, çocuklar masanın etrafında çığlıklar atıyordu, öldür kadınları, öldür çocukları, dünya kaygıdır ve seni uzaklaştıran şeyin fahişesi olursun, güzel fahişe, intihar et fahişe, hikayeler yaz, sonsuza kadar sözlerin arkasında saklan, kendini tanı fahişe, suratları parçala, ellerini kırlet, kirlenmek başkasıdır, çocuklar suratımı ısırıyordu, kadınların yüzlerini suratımla tamamladım, döküldükçe yer sofrası yüzümden akıyordu, tüm yediğimiz Havva'lar ve bildiğimiz her şeyin kendimize ait oluşunun kahvaltısını yıkıyordum, sen hiçbir şeyin doğumusun, Havva ve Adem'lerin dışında bir fahişenin, Auletrides'in çocuğusun, bu yüzden tüm yangınlarını sakladın diyor çocuklar, Tanrı gelip boynumu emiyor, sen olmadıkça günah değil dedikçe daha da varlığımı ısırıyor, kasıklarımı peygamberler, sırtımı sadece ölen bebekler emiyor, şimdi kaygılan, artık kutsallaştır bunu, gerçeklerin ve suçlulukların baltasını sapla kendine, duvarları ısır, ağıtlar içerisinde, tecavüz edilmiş kocalarına ağlayan kadınlara üzül, annenin Dostoyevski okumadığına ağla, daha fazla kaygılan, yukarıdan aşağıya yazılan her şey kadar kendinle saklan, bitmeyecek, yandığını görmek istiyorum, yan artık, eri, kokun yayılsın, acı bir çorba gibi etrafa yayıl ve ölmeyeceksin. Artık her şey yenildi ve bir başkası da kaygılarından kaçtı ve sen sadece bir fahişe kadar göğsünü sakladın, aç herkes kadar, isteklerinin tadına bak ve Tanrı boynuma bir bıçak sapladı, tüm Arapça  ve İbranice sözler aktıkça renklerin annemin gözünden aktığını fark ettim, biri daha sapladı, tüm intikamı anne alır bu yaşamda, gerisi sadece onun özetidir, o sadece gözlerime bakarak, neden, nasıl, ne ile eksikliğimi kutsallaştırdı ve Auletrides'in yanan ayak parmakları kesik başıma bastı, tüm zamanlarda var oldum, et parçam yandıkça, kimse olmadığımı fark ettim, her şeyin bir şeyi var etmek adına tükettiğimi, kutsallığın sen ve senden ziyadesiyle tamamlanmayacağını anladım, et parçamı kavradı ve dudaklarımdan öptü, yanan kasığına tekrar bedenimi yerleştirdi, kendine dokun, dahası değilsin,kendine dokun dahası olamazsın, kendine dokun, kendin sana ait değil, kendin sadece bir şablon, kendin bir kesit, bir şey için kaygılan, bu kadar şeyden kaçamayacak ve gidemeyeceksin, içinde hiçlik vardı, yanan bir hiçlik, gökyüzünden defalarca düşen siyahlıklar ve kutsal sözlerle öldürüldük, Tanrı'lar o siyahlığın önünde kaygılandı, her şey bir başkasına kadar tepkisizdi, artık orada, bağlandığım tüm zamanlarda annem Auletrides'le birlikte aynı bedende yanıyordum, kendime dokunuyordum, içimdeki ateşten daha fazlası değildi, önümde sevişenlerin ateşinden, tüm zamanların ve kutsallıktan daha da özgürleşti, zamanın alevini, kaygının ateşi, kutsallığın harı kayboldu kendimdeki ölümle, gözlerim sadece kendime bakması için ona söz verdim, şimdi ölümüme karar vermek adına, kızımı da ateşimle orospulaştırdım, sarıldım, öptüm, onun kaygılarını yok ettim ve ölürdüm, bir şeyin devamı varsa, artık hiçbirine sözler yazmayacaktım. Kaygılar Lahdi Orospular'ından biriydim ve şimdi ateşimden kanatlar yarattığım kendimi yok edecektim. Hiçbir ateşe inanmayın çünkü daha fazlası hep kendimize dokunuşta saklı, ölme peygamber, sen cehennemi hiç görmedin. 

0 yorum:

Geceden Sonra Gelen Tanın Kızıllığı

13:16 Yazabilen Yaratık 0 Comments



"Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızılllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”

Bu gece hayatta bitmesi gereken gecelerden biriydi ve bunu kaçırmamak için tüm Zweig kitaplarıma ağladım. Bir ara kendimi öldüremediğim için doğru zamanda doğru yerde hiçbir şeyi yapamayacak kadar yeteneksiz olduğumu fark ettim. Yaşam dediği ne ki; bir başkasını sevmek, sonra bir başkasını, sonra bir çocuğu, sonra kendini zaman kalırsa ya da bunların hepsini bir başka yerde aramak ya da vazgeçmek, kabul etmek veya vazgeçmek arasına sıkışmış bir hayatta, sadece bahçe içerisinde güzel bir anı, böcekleri, ya da gecenin deldiği yaprakların içinden geçerek tükenecekti. Bitecekti, bir anda kendimi bir çocuk gibi buluyorum. Ben gitmek istiyorum, ben sevilmek istemiyorum, ben sadece kaçmak istiyorum, bir uçurtmanın arkasından koşturmak, uçurumlardan düşmek ya da tanın kızıllığında yok olmak, yaşım daha yarısı kadar, sonra uzaktan bir şarkı çalıyor, bu şarkı sanki hayatımın bir yerinde benim ağlamam için bir İbrahim tarafından yapılmış kabe gibi ışıldıyor. İbrahim ateşte yanmadığı için her gün daha çok acı çekiyorum, çünkü biliyorum bahçeler hep ateşten, çiçekler hep ateşten, bir yerde su varsa, onlar odundan balıktan, her şeyin tepesinde sarı bir gökyüzü ve iki direğin arasında salıncak kurdum, düşmedim, sonra şarkı devam ediyor, kesme anne diyorum, şarkıyı kesme, bileklerimi kes, lütfen daha devam etsin, çünkü ölmeden önce o şarkı çalsın, bu şarkı kendime gelsin, kendimi kimseyle paylaşmadım, putlaştırdım, delirdim kendi yarattığım inancın sürgününde, bileklerim balıklardan daha güzeldi, ne güzelse balıklar kadar güzeldi. Kuşlar uçtu, tanın kızıllığına veda etmedim, elimden iki kız çocuğu tuttu, birinin yüzünde beyaz bir ben vardı, diğerinin saçları uçurtma ve park salıncakları gibiydi, onların hep deli olduğunu biliyordum, kaderimden kaçamıyorum anne, bilekler kesilmeli ve tanın kızıllığıyla gece sonlanmalıydı, bazı geceler hiçbir şeyin devamı olmadı.  Ağlamak, anneannemden kalan bir şey değildi, sadece çirkinlikte uyuyakaldım. 


Ben gökkuşağının renkleriyle ne yapacağımı bilemedim. Bir yolun etrafını dağlar sarmışsa her şey daha çabuk yaşlanıyordur, kendimi onların arasında, pencerenin ucunda, sadece yansımamın güzel olduğu bir sabahta görebildim. ay ve güneşi iki elime verdiler, hepsini sevmeye çalıştıkça, kendi ölümümü atladım, bir yerde ölmediysek sonrasını başaramıyordu insan. 

"Söyleyeceğim bu şarkıyı mutlu insanlara adıyorum."

Bu gece sadece akciğer kanseri kadar sevimsizdim. Her yere yayılmak tüm mutsuzluğumu yaymak istiyordum. Dolapları kaldırmak, kitapların cümleleri arasına sızmak ve hatalar yapmadan, daha da suçlanmadım, annemi öldürmeden ya da ölümü bir tüfeğin ucundan görmeden, bir kaşıktan bir parça daha tatlı yemeden, bir şeyler olmadan gitmeyi diliyorum. Boynuma dokunuyorum, o dokunuşla kendimi yok etmeyi diliyorum. O neredeydi, o hep bir yerde olacaktı, ben bir başkasının romanı olmayı seçtim artık. 

Sanki bir kuş uyuyordu ve ben onu öldürmek zorundaydım. 

Onun boğazını çevirmem gerekirdi, uykusundan hiç kalkmamalıydı, anne diye bağırmamalı ya da artık tüm annelerin olmadığı bir dünyada doğacaktık. Ben artık kendimdeki kimi bulamıyordum, daha ne kadar üzecektim zamanı, yelkovan ve akrebi kimden kıskanacaktım, nasıl kendimi onların arasında var edecektim ve neden saldırgan ve cesur halimin altındaki güzel gökyüzüne dayanmak için zamanın geçmesini bekleyecektim, birkaç ilaç ile birkaç yabancı gaz ile, birkaç kurabiye ile ne vardı, ölüme dayanmak için yine kime aşık olacaktım.

"Ömür boyunca"

Arkasından bir şarkı çalar, bir rüyadan kalkınca sadece o ışığı istersin, ışık bir yerde parçalanır ve tüm tınılar birbirine çarpar ve yazgı sadece boğazına bir ip daha dolar, ben her şeyin bende bitmesini, zamanın tüm nedenselliğini ve bir bilginin insanın kalp kırıklığını değiştireceğine olan inancımdan da vazgeçiyorum. Artık kimseye ne anlatacaktım, sözlerim kime faydalı olacaktı, kim daha fazla bir başkasına dönüşecekti, bunların hepsi hangi mezarlıkta son bulacaktı, bu gerçekler miydi yoksa mezarlıklar hep ağaçlar yüzünden mi ürkütücüydü, çocuklar neden büyükler gibi gömülürdü, neden hep birbirine benzer şekilde ağlardık, içimizden çıkacak ağaçlar, devasa taşları neden çıkaramazdık, bunların hepsini o kuşu öldürmediğim, o gece öptüğüm ya da bir yanlıştan kaçmak için çiçekleri ezdiğim gecede kaldı gibi, üşümemek için her şeyi üst üste giydim anne, kimin kalbini kırsam ondan büyük bir orman yaratıldı, bahçeler ve arkasındaki çocukların yüzleri uzak kalakaldı. Bu bir tanın kızılığının masalı, ben ölü bir yazarın anlattıklarıyla kendimde bağ kurdukça, tüm yaşamım delilik ve gülümseyiş üzerinden yok olmayı seçmiyorum.

Bir deniz kenarı, gökyüzünde yeşil duaların ve İbrahim'in asıldığı geceye benzer bir gecede, sadece insanların sahilde kıldığı namazların yanında. ölen istiridyelerin hesabını sordum, hep onunla konuştum, parasız kaldım, yoruldum ve ya da bir başkasına benzedim ama konuştum, İbrahim, dedim, İsmail olduktan sonra seni asacaklar, sen de ateş ve rüzgar olacaksın, senin ellerinde bir başkasının ipleri olacak, delirmek isteyecek ama sana Hazreti diyecekler, Tanrı sana kendi kutsal alanını yaratmak için kırk yaşına kadar bekletecek, Tanrı hep bekletirken, neyi anlatırdı çocuklarına, duaların aslında, sekürler bir masal olduğunu nasıl anlayacaktık, annem neden bir gece babama tecavüz etmeyecekti, Doyamamak istediğim yerde hiçbir şeyin tadına bakmamıştım.

Bir kalabalığın arasında ayın son dördününü izleyen herkesi yok edecek bir fırtına çıkacaktı, ölmek için çok sabırsızım, anlatmak için çok sabırsızım, bahsettiğim her şey için çok sabırsızdım, aklımda tüm sevdiklerimin sırtının gömüldüğü bir kitap var, herkese uygun bir kitapla mezarlığım çoğalıyor. Artık bahsetmiyorum İbrahim'den, Kabe'sinden, Tanrı'sı ve kalbime sokulan her şeyden, tüm sevdiklerimi astım Kabil ile Habil'in güzel uyuyan göğsünde, Havva'dan sonra her şey elma ve yılan da gözyaşlarım gibi ayaklarından yoksun, bir sabah şu sözleri duyacağız, artık daha fazlasına gerek yok, kimse kimsenin kimsesi değildir, Tanrı'n "Oku" kelimesinden önce Muhammed'e bunu söyledi, artık yapraklardan önce kuruyanlar oldu, insan ölmediği zaman kururmuş anne, sen ne zaman ağlayacaksın? Artık ben herkesten önce gidiyorum.


0 yorum: