Kayalıkların Eşitliği Üzerine Bir Ayrılık Mektubu

13:45 Yazabilen Yaratık 1 Comments

Haklısın, dedikten sonra ağladı annem, her kadın mutlaka öldürülmeyi hak ediyordu, çünkü ölmek gitmek demekti.

Gecelerde, şarkılarda derin bir boşluklar vardır. Birleştikçe görüntüler de birbiri arasına sıkışır. Gökyüzü ve evren gibidir, genişledikçe zamanlar sıradanlaşır. Benim hikayemdeki süreçte böyleydi, birkaç şarkı arasına her şeyi sıkıştırmıştım. Dinledikçe her şey birbirini hatırlatıyordu. Bir anda ışıklar sönüyordu, ilk defa annemle konuşuyordum koltukta. Dizlerimizi çekmiştik karnımıza ve şiddet hikayeleri anlatıyorduk. İlk yediği dayağında dudaklarının patladığını masal olarak anlatıyordu. Mor nehirlerden bahsediyordu, kırmızı gökyüzü ve zamandan, yeşil derin okların arasından fırlıyordu. Tüm ağaçların üstünden gökyüzünün maviliğinden kaçarken, bir anda kasıklarını ağaç dallarına veriyor. Ağaç dalları hep farklı, hepsi aynı anda kasığını parçalıyor, kasığındaki etler her yere fırlıyor ve tüm ağaçlar kendi aralarında rüzgarla konuşuyorlar. Yağmurun etkisiyle annemin kasığından bir parça denizi buluyor, kayalıklarda duruyor, ıslanıyor, köpürüyor ve kuruyor, ölmüyor hiçbir zaman, çünkü bir başkası geliyor, bir başka ağaç, bir başka denizle birleşiyor, olayları bakınca her şeyin döngüsel olduğunu düşünüyorum masalda, tekrar birleşecek diyorum, denizler kuruyor, ağaçlar yükseliyor, kasığından tekrar doğan annem, bir başkasından kaçmaya başlıyor, ışıklar açılmıyor ,masal bitmemesi için bildiğim duaları edeceğime söz veriyorum.

Hiç edemiyorum, zaman olmuyor, masal bitmiyor, eve biri giriyor, tüm kasıkları unutturuyor, ikimizi bir güzel mor denizde boğuyor, çocuk değilsin soyun diyor, annem ve benim kasığımı aynı anda parçalıyor, biz bunu istemiyoruz, gökyüzünü göremiyoruz, ışıklar kesildi. Hiçbir şey gelmiyor aklıma, kurtulmak için kendimden doğamıyorum, babam içimize boşalıyor ve gidiyor, kayboluyor gözden, uzun yıllar ağaçlar susuyor ve hep bir ağrıyla devam ediyorum, kardeşimi doğurmak istemiyorum. Bu yüzden haklısın diyor, sen haklısın diyor karnımdaki çocuk. Sen her şeyi hissedeceğini sanarak büyüdün, mor denizin, pembe geminin ve büyük bir dağın üzerinde duran dumanın hep amacını anladın ve haklıydın. Bağıramıyordum, ağzımın işlevi değiştirilmişti.

Kayalıklarda onları öldürmek için alagözlerimi kör edeceğimi söyledi pembe gemi. Ben ise onu görmediğim anlarda kasıklarımı kesiyordum, kayalıkları oyuyordum. Karanlığa benziyordum gitgide, her şeyi ben değiştirecektim. Kanatlar çizdim kayalıklara, ağlama dedim, kanatlar çiz, orospu gibi davranma kanatlarını çiz, babanı düşünerek orgazm ol, kanat çiz, anneni doğur, kanat çiz, bunlar sayesinde ayakta duracaksın, oyunlar yarat, kanat çiz, şarkılar kesintiye uğradığında her şey karanlığa dönüşüyordu, evler birbirine, insanlar birbirine benziyordu, kimse sevişirsen seviş, kimle uyursan uyu herkes aynı görünüyordu. Kayalıkları tırnaklarımla kazıdığım son on yıl boyunca bağırdım.

Eşitlik istiyorum. İnsanlığın ya da Tanrı'nın değil, eylemin eşitliği. Ben haklı olmak değil, mutlu olmak istiyorum. Kayalıklar dinlediler, denizin rengi erguvana döndü. Birileri benzedi kayalıklara, kanatlar çizdim, kopardıkça, kendimdeki iyi olma halini düşündüm. Doğuramadım, kimseye ait olamadıkça, kendime kızdım, kasığımı kayalıklarda ezdim, yok ettim, erguvan rengi kaçtı denizden. Saçlarından tuttum kayalıkların, her insanın yüzüyle bana fısıldadı, sen hiçbir zaman değişmeyeceksin, sen kardeşini doğurmadığın sürece değişmeyeceksin, sen karnında tuttuğun sürece öleceksin, kendini öldürmediğin her gün sen bağıracaksın. Kayalıklar kollarımı çiziyordu.  - Durun sevgili okuyucu, bıçakla belimi keseceğim, çünkü on sene önce de bunu yapıyordum. Sinirlendiğim ve acı çektiğim zaman belimi kesiyordum, kağıtla denedim, yazdığım öykülerle fakat sonra canım yanmıyordu, tırtıklı bir ekmek bıçağı güzel gelebiliyor, insanın geçmişinde, pazar sabahlarında, ailelerin arasında, sevdiklerinizle ya da geçmişteki odalarda kokuyla uyandığınız ve yola çıktığınız, tatile gittiğiniz, kavgalar sonrasında birlikte yemek yediğiniz gecelerde, ben ne gördüysem onu yaptım, ben bıçaklarla belini kesen bir kadını sevdim, bıçaklarla ekmek kesen ve beni bekleyen bir kadını sevdim, annemi sevdim, ona aşıktım, onunla ve kayalıklarla olamayacaktım, kendi kızımı doğuracaktım, ona aşık olacaktım, onu da öldürecektim, herkesi öldürecek ve belimdeki güzel geçişli çizikleri hatırlayacaktım.Bana biraz zaman verin - Kayalıklarda parçalanmadı, ben de parçalanmadım, deniz hiç hareket etmedi, gemi de orada durdu, her şey sanki normalmiş gibi yaptık çünkü tüm insanlığın kasığı paramparça yağmur gibi kırmızılıktan aktı, onların arasında nasıl mutluydum, nasıl akıyordu, nasıl da koşuyordum, daha da aksın, daha da mutlu olayım istiyordum, arkadaşlarımın, sevdiklerimin kasıkları kanaya kanaya üstümden akıyordu, ayaklarımla basıyordum. Onlar artık mutluydular, bunlara ihtiyaç yoktu, bizim birbirimize ihtiyacımız yoktu dedikçe kayalıklar bir anda yok oldu, kimseye ihtiyacımız yok, dedikçe deniz kayboldu, pembe gemi ve ben, ağaçlar, masallar ve pazar gecelerindeki kimsesiz ailelerin şiddet uygulayan çocukları duruyorduk. - Belimi iki yerden kestim sevgili okuyucu, uzun zaman olmuştu,ilk önce tereddüt ettim, elimi yanan ateşin üzerine dokundurunca, o acıyla kestim, ondan sonrası ardı arkası geldi, bir kere yapmış olmak yine yapacağın anlamına gelmiyormuş, uzun zaman ve nedenler gerekirmiş, haklıydı, nedenler gerekliydi. - Sadece birbirimize baktık, artık yağmur dinmişti, kıpkırmızı olmuştum, enerjim ve mutluluğum yüzümden okunuyordu, artık eşitlenmiştik, kayalar yoktu, ağaçlar yoktu, tenimiz yoktu, sakladığımız ve anlatmadığımız hikayeler yoktu, hepsi vajina ve penis yağmuru arasında kana karıştı, üzerimde kuruyordu her şey, yaşam gibi. Şimdi her şey görünürdü ama hareket edemiyordum. Çünkü kayalık yoktu, yol ve ağaçlar yoktu, aradakilerin anlamı kaybolmuştu. Haklıydı üzerimdeki kan kurumak için, artık hiçbir şey eşit değildi ve her şeyin bağı koparılmıştı. Ağladım, - ben ağlamıyorum sevgili okuyucu - Ağladıkça denizler ortaya çıkıyordu, hatırladıkça ağaçlar, bahsettikçe masallar ve görünce kayalıklar... Pazar gününün mutlu aile Tanrı, Allah'ı ya da her ne derseniz de yaratılmaya zorunda kalıyordu. Her şey eşitlendi fırsatlar ve yaşamak için, - ışıklar kesildi sevgili okuyucu bir anda, mumlar var evde, küçük ve beyaz, hiçbir kokusu olmayan mumlar, onlardan yakmalıyım - yaşamak için kardeşimi doğurmam, annemi doğurmam, onları mutlu ederken hata yapmamam gerektiği de yaratılmıştı - içeri bir adam girdi sevgili okuyucu, biraz tartıştık, kalçama akan kanı gördü ve kanı diliyle tadına baktı ve şu anda zorluyor beni, biraz yakınlaşıyor ve istemiyorum, canımı yaktıkça, belimdeki kanın daha güzel aktığını fark ediyor, küfür edemiyorum, şarkı dinliyorum, sesimi yükseltmiyorum sevgili okuyucu, sevdiğim şarkıyı dinliyorum, kasığını içime sokuyor, hayır diyorum, şarkının son sözleri çok güzel, ay ışığında diyor, o da yaratılmış bu gece, devam etme diyorum, şarkıyı unutuyorum, sadece yerdeki üçebeş metre olan halıya dudaklarım değiyor  - kanatlarım çıkıyor yine, haklısın diyorum, kanatlarım da haklı, eşitlik buydu diyorum, kapıyı çekiyor ve çıkıyor, şarkı bitti mi sevgili okuyucu, belimdeki kan peki? Bu gecenin masalındaki canavarı kapıyı çekti, gitti, şarkı da bitti, her hayalet, her canavar, her yaratık içi boş bir oda ve insan sevgili okuyucu, ne doldurduysam onunla yürüyordum, masalın sonunu yazıyorum şimdi, üstüme boşalmasından korkuyordum, iyi ki içim - Kayalıkların eşitliği üzerine bir ayrılık mektubu tekrar yazıldı.

" Senin kardeşin olarak dünyaya gelmeyi ve seni kendim doğurmuş olmayı isteyecek kadar çok seviyorum. "

"Ayrılmalıyız"

- Sevgili okuyucu, romanımın ilk cümlesini tırnak içine aldım, sırtımdaki tırnakların arasında da bir cümle var -

Mektup sonlandı, şimdi kimi sevmeye inandırmışsak, her yabancıya anne, ve aile, arkadaş ya da dost, eş ya da sevgili ya da kimsesizlik gibi taktığımız sıfatların yükleriyle Tanrı'ya ya da inanmadığımız Tanrı'ya bir kayalık yarattık. Şimdi annem karşıda yine, ışıklar açık, soba üzerindeki çayın buharı penceredeki buğu, ilkokuldaki mevsimleri anlatan pano, hep küçük kalan kitaplar var, ben bir kadını dövüyorum hayallerimde, birini seviyorum, karanlık geliyor, içeri giriyor, kuşları öldürüyor, çayı döküyor, çocuk içime giriyor, bana fısıldıyor; kırmızı bir yağmur altında kanatların olsun mu, olsun, çünkü ben uçamazsam, çayı döker, herkesin gözlerine aynı bakarım ve gece gelen karanlığı reddederim, kayalıklar yaratır ve pembe gemiyi fark edemem, haklısın, yazdım pencere buğusuna, kapı açıldı ve annem yeni bir masal için evi havalandırdı, ağlamadım. - Ağlıyorum sevgili okuyucu, sırtımdaki kan kurudu -

1 yorum:

Üç Yıldızlı Gece

15:42 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Zaman bir başkasının anlatmasıyla geçer. Biliyorum kitaplarım hiç satılmayacak belki de yazılmayacak ama anlatılacak, yazılmayan ya da bu anları anlatmak kaçan biri için sadece bir sonsuzluğun bilgisizliğini övecekler. Ama ben bunu istemiyorum, bazı şeyleri isterken ki tutkum gibi unutuşlarım, neden unutuyordum, oyuncaklarımı da sayardım, onları unutur ve bir şeye dönüştürürdüm, nasıl da korku verdi bunu yazarken. Evet bir şeye dönüştürmezsem hemen kaybetmekten korkmuştum. İnsan çocukken büyüdüğündeki korkularını düşlüyor.

Zaman bir başkasının anlatımıyla falan filan, bir şeylerden bahsettim. Şimdi bunları tekrarlamak istemiyorum çünkü gökyüzüne bakmadığımı fark ettim, şu anda ne yapıyordum, ona bakmamak için ne kutsal bir zırvaya inanıyordum da gökyüzündeki yeşilliği anlamlandırmıyordum.

Bana anlatılan gökyüzüne bakıyorum. Sanatçıların, annelerin ve Tanrı'nın bahsettiği gökyüzüne bakıyorum. Bir şeyleri anımsıyorum, bir ev, içeriye doğru yürüdüğümde camların beni korkutucu şekilde izlediğini fark ediyordum. Küçüktüm bilirsin, hemen fark ediyorsun. İçeride herkesin sevmediği bir sarı renk hakimdi. Bunları anlatıyorum sanki düşünüyorsunuz, biliyorum herkes o anda ne hatırlarsa, buna zaman ya da olağandışı zaman diyoruz.

Yine kaygılandım, bunları anlatırken, başka bir şeyle ilgilenmek istiyorum. Bu yansımalar ve sarı gölgeler işte, onlardan bahsediyorum. Sanıyorum ki; o odadan sonra uyuyorum. O odaya girdiğimde anılarımda bir uyku hali geliyor, orada bir giz de saklanmıyor, sadece yok gibi, daha önce anlatılmamış gibi, o yüzden hep bir unutma hali. Bunları o odayı anlattığımda fark ediyorum. Bunun için kendimi zamanda bekletiyorum, nefesimi tutuyorum, duruyorum, ve bunu anlatmak için nelerden vazgeçtiğimi düşünüyorum. Anlatacağım hikayedeki mızıka sesini hatırlıyorum. Gecede, üç yıldız vardı ve o kadar yakındılar ki, zaman onları korkuturdu, onlar da orada durmayı beklemeyi, zamanı dışından algılamayı. Konuşacaktım, o sesi de bir zaman anlatacaktım. Ama oyuncaklarım yetmedi, birbirine benzemekten yoruldular sanki, bir salyangoz gözlerimizde sıkışsak da, o andan piyano sesleri değişecek, bunları düzenlemek de zor olacak, her şey gibi bir şeyler devamlı zor olacak. Ölmek istiyorum, neden bilmiyorum, nerede ya da kim tarafından neden bir anlam üretmek için yaşıyordum. Bunlardan kaçıyordum. Moira bir kaçma durumudur. İtalyan Ruhban sınıfında Moire, bir başkasının inanmadığı fakat devamlı olmak isteyen bir dua gibi. Dualar da unutuştur, bunu unutma. Gece unutkan oluyorum, sabah da bazen hatırlamak için bir başkasını izliyorum. Yürüyorum, rüya da görüyorum, bazen başkasının yerine bile seviştim onlarla. Onlar benim unutmamı sağlıyor, devamlı geceden de eski bir günde, benden hepsi alınmak istendi. Bunları nasıl bir şeyle yaratmıştım, bilmiyorum ama her cennet o sarı gölgeli oda olacak, biz sadece geçtiğimiz şeye cennet diyeceğiz, piyano Tanrı'yı yarattı, onu ararken yarattı kendini tekrar tekrar.

Üzülüyorum, anlatmak istedikçe birini hatırlıyorum, gidiyor, her şey gölgeli sarı odadan çıktığımda, üç zamanın karnavalına takılmış yıldız, onları unutmak için sanatçıları öldürdüm, Tanrı'yı öldürdüm, annemi öldürdüm, belki dündü, bilmiyorum. Şimdi sözlerimde bir tablo, üç yıldızlı gece, geceye bahsetme yoksa özlemeye başlıyoruz. Kapatacağım sanırım, herkes uyudu sonuçta, ne anlatsam salyangoz gibi dolanıp, kısacak gözlerini, düşmemek için, yazmıyorum.

0 yorum: