Geceden Sonra Gelen Tanın Beyazlığı - Final

 

Dedi ki; sabah aydınlığının Tanrı'sı da bugün gözyaşı döktü. Leibnez ve Spinoza arasında bir salıncak kurdum. Anne diye bağırdım, sarılamadım, elleri bir başka Kant'ın ahlak anlayışına dönüştü. Anne dedim, neden bunların hepsini yaşamak zorundaydım, dur dedi, ellerini gösterdi, bu ellerle seni hiç sevmedim, saçını okşamadım, döküldü, ellerim seni sevmeme izin vermedi, dualar okudum fakat dokunmadım, çınar ağacına saçından bir parça sakladım, biri gelir de onu çıkarır diye sana bir ritüel bıraktım. Ellerine baktığımda gözlerim daha da yeşile döndü. Dur dedim, anne dur, biliyorum bu hayatı hiç yaşamadın, her şeyin bu kadar beyaz olduğu yerde, insanlar neden cenneti ve cehennemi arar ki, dedi ki Tanrı, dur dedim, sevgili Tanrı, dur ne olursun annem biraz daha konuşsun, o anlatacaklarını kaç yüzyıl daha saklayacaktı, Kafirun suresindeki denklemi anlamayan sen, aynı şeyleri teker teker söylemedin mi, dur benim annem bana senin Rabb'in sana, onun ölümünü izlemeden önce bana neden sarılmadığını anlatmasına izin ver, gözlerini ovuşturdu, yeşil gözlerini çıkardı, kanlar tüm gökyüzüne dağıldı. Bağırdım, dur Tanrı hepimizin gözlerini görmez, hiçbir gözün içine bakmaz, onun bakma ve anlamaya zamanı yoktur, bu yüzden bizim anlamlarımıza muhtaç, dur sakın gözlerini yerinden çıkarma, çok benzetiyorum her şeye, nasıl da kalbimin içinde büyük bir gözyaşı taşıyorsam, hiçbir vahiy inmiyor, çınar ağaçları ve tırtılların boynuna binip, Alice ve Gulliver'in hikayesine dahil olamıyorum. Tanrım diyorum, ben hiçbir hikayeye dahil olamayacak mıyım, neden zorlaştırıyorsun, Ebu Leheb değilsin, ellerin de kurumuyor diyor, sana inanmıyorum dedikçe, birilerine daha çok aşık oluyorum. Sen ve sevgi arasında kalıyorum, annem diğer gözünü çıkarıp kalbimin içine bastırıyor ve gülümse daha fazla sevemem seni, sevme beni ama bak, sevme beni fakat orada dur, biliyorum her tecavüzü kaldırabilirim ama ikimizin arasında anne ve çocuk arasında bu sevgisizlik ve bağ kurma yoksunluğunu hiçbir kutsal kitapta bulamıyorum. Okuyorum, Proust, Hegel, Heidegger, Joyce ve Wilde, okuyorum ama anlayamıyorum, okuyorum ama kimseyi sevemiyorum, her şeyin bozulmasını sağlayarak, kendimle eşitliyorum, kayalıkları eşitliyorum, varlığı ve noksan sözcüğünü kullanmadığımız geceleri, sevgili okuyucu her şeyin beyaz olduğunu düşündükçe, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inandırıldım. Gözlerini anımsıyorum ve bağırıyorum: 

Sabah aydınlığının Tanrı'sıyla saklambaç oynuyorum. 

Gerçekliğin zihnimle oynadığı oyundan af diliyorum.

Karanlık çöktüğünde gecenin babalarının öfkesinden

Ve düğümlere üfleyen sevgililerimin aşkından

Ve beni sevdiğini söyleyenlerin sevgisindeki zehirden Tanrı'ya değil, ismi hiç söylenmemiş meleklere sığınırım. 


Yeşil kanatlı olan şeyleri sinek zannederdim, uykumu getirirdi izlerken, onu anımsadım, annem ellerimi hiç tutmadığını ve beni öpmediğini söylemiştim. Onu gördüğümde ise, her şeyin üzerinde bir gün herkesin sakladığı ve üflenilen düğümlerin, korkunç gökkuşağı siyahlığındaki geceye yakın bir geceden yara vereceğimizi biliyordum. Kutsal kitapların eksikliği, içinde aşk olmamasıydı, Süleyman'ın Şarkısı spotify'de yok, Habil ve Kabil eşcinseller, Havva'dan sonra her kadın biraz uykucu, yer ve göklerin sahibi olan Elon Musk'tan sonra ölümün bir yaşanmamışlık değil, denk gelmediğin her anıya şükredeceğin bir arınma yolu olduğunu fark etmeye başladım. Ölüm dediğim şey, yeşil bir perdenin önünde gerçeklerin manipüle edildiği bir çocuk filminden ibaret olduğunu, sevgili okuyucu, sana anlattığım bu dördüncü hikayede, kutsal olan tek şey gurur ve kibir'in insanı nasıl da delirttiğini ve Tanrı'dan sonra herkesin daha fazla kahvaltı yapma isteğinin bulunduğunu anımsatmaktı. Tan ve beyazlık arasında yüzyıllar geçiyor ve bana bir gece mesaj geliyor, o mesajı okuduktan sonra evi temizliyorum, sıradanlaştırmak için düşünceyi Kur'an okuyorum ve de ki diyor bana ama ben bir şey demek istemiyorum, bana tekrarlıyor, yaratan rabbin adına de ki, hayır diyorum, oku diyor, mesajı okumak istemiyorum, numaraya bakmak istemiyorum, sözcüklerin dizilişindeki göçün hangi dilde yazıldığını bile anımsamak istemiyorum. Bırak kalsın zihnimdeki her şeyin daha güzel olduğunu diyorum, bana hayır okuyacaksın diyor, oku diyorsun ama canıma okuyorsun Tanrım, oku sevgili okuyucu , ben de sizin canınızı okumak için bu yazıyı tamamlıyorum. Siz şu anda tüm kutsallıklardan arınarak, bu sözcüklerin devamını merak etmeden daha ne kadar yaralanacağınızı ve dayanacağınızı düşünerek benimle beraber bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Ben sizin elinizden bir Kabe, bir Kudüs, bir İzlanda alıyorum. Kalbimin üstünde uyusaydı, her şeyi affedebilirdim, kendimi de affedebilirdim ama olmadı, bağırdım, duvarlara yazılar yazmak için kalktığımda su içmediğimi fark ettim, Tanrı'nın suyuna ücret vererek, kendimi haklı görüyordum. Suyun içinde mineral ve ph değerine uzun uzun bakıyorum. Hangi dağın eteğinden geldiği, nerede saklayacağımı, nasıl içeceğimi ve neden bu markayı seçtiğimle ilgili açıklamalar yapıyor, küçük küçük sözcüklerin bulunduğu yere geliyorum ve ağlıyorum, çok ağlıyorum sevgili okuyucu, bir şişe suyun karşısında ağlıyorum, hıçkırıyorum, ellerimi yüzümle kapatıyorum, ellerimi ısırıyorum, dur diyorum, ağlama artık, ben kimseyi hasta etmedim baba, kimseyi üzmek istemedim anne ve sen tanın beyazlığı, ölüm üzerine yemin ederim ki, cocain üzerine yemin ederim ki, strapon üzerine yemin ederim ki, sulh ceza mahkemesi ve şilte üzerine yemin ederim ki, kimsenin canını yakmak için konuşmadım. Kapı çalıyor olduğunu düşünün, şu an kapı çalıyor dediğimde birlikte kapının çaldığını düşünerek öyküye devam etmemiz gerekiyor, öyküde hareket etmem gerekiyor ve ben şu anda bir suyun karşısında ağlıyorum, bu uzun sürecek ve beni kimse anımsamayacak diye, bunu sizinle birlikte bir yalan üstüne kurmamız gerekiyor sevgili okuyucu, kapı çalıyor.


Kağıttan bir uçak, kapının önünde, tozların ve internet bağlantı kablolarının arasında, üzerinde bir yazı yazıyor. Onu evin içinde değil, apartmanın akustiğinde okuyorum çünkü en çok seni yolcularken, oradaki sesin soğuk duvarlara ve pürüzsüz görünmeyen sıvaların içinden bana gelmesine hayranlık besliyordum. Tenin ve duvarlar arasında pürüzsüzlük üzerine düşündüğümü var say sevgili okuyucu, bunların hiçbiri olmadı ama bir kere yalan söyleyen, bir kere sizinle anlaşmam, bir kere sevişince insan her zaman seveceğine inanıyor, her şeyin bir keresinde oluyor her şey, kavanoz açamıyorum, konserve kutusunun metaliyle bileklerimi kesemiyorum, nohut seviyorum çünkü, özellikle de biraz kırmızı renge bulanına her şey bana evde olma hissini anımsatıyor. Fatura için geldiğini söylüyor ve elektrik kablolarına bakıp, içinden bana şunları söylüyor, sevgili okuyucu artık başkaları adına da yalan söylüyoruz, sanıyorum bu hikayenin sonunda beyaz olan tek şeyin hiç doğmamış olmak olduğunu biliyor olacağız, abonelik numaramı söylüyor ve gözlerini bana dikip, maalesef sevgili okuyucu onun gözleri de yeşil, nasıl bir korku ve hapis bir Cemal Süreya şiiridir bilmiyorum, bakın bir önceki cümlede şiir üzerine bir metafor denedim, siz beni sanatsal bir şey düşlediğimi ve gönderme yaptığımı düşünseniz de, ben şiirlerden nefret ederim ve sevdiğim o insanla şiir gönderisini birleştirerek, onu da yaralamayı denedim, sadece okuyunca o anlayacak diye bunu size yapmak istemedim. Sonuçta kaç dakikadır birlikte birkaç yalan söyledik ve benim size doğruyu söyleme gibi bir durumum olduğunu bilerek bunu söylüyorum, abonelik numarasına baktı ve 54121111111 Tesla'yı yaratan Rabb'a sığınırım. Bu ülkede kimseyi istemiyoruz, lütfen faturamı verin, kapıyı kapattıktan sonra ışıkları açmadan ağlayacağım, bu gece bana bir mesaj geldi, kendi iyiliğini ve iyi insan olma durumunu benimle paylaşan, bakın dedi, bakın, bakıyorum, sevgili okuyucu bunlar yaşanmadı ama bakın sözcüğü kulakta güzelce çınlıyor diye, bakmaya devam ettiğimi varsayın, insanların kutsalına, insanların ilahına, 1111, diye bağırıyorum, sakın 0 deme diyorum, aklıma onun gözlerindeki boşluk geliyor, gözlerini karanlıkta da görebiliyorum ve bana sarılıyor, gerçekten oluyor, sarılıyor bana, kapıdayız ve sarılıyoruz, annem sarılmadı, o sarılmadı, herkes bıraktı, biraz bırakıldım, tadımlık bırakıldım, boşalma sonrası kalbin daha fazla kan pompalamak istemediği o aralıktaki düşüş gibi bırakıldım fakat gözlerimi kapattım, gözyaşlarım faturanın üzerine damladı, onun ismi ve soyismi vardı. DGÇ diye devam ediyordu, nasıl bir kutsallık ki Tanrı bile zarar verebiliyor bilmeden, beni bırakma oyun arkadaşım diyorum, tekrar ona sarılıyorum, sakın diyor, gitmem gerekiyor, ben başka kapıların Tanrı'sını da merak ediyorum, evimde su var diyorum, bilye var diyorum, biraz yırtmak için kitap ve özgürce evin içinde Zanzibar diyebilirsin diyorum. Sevgili okuyucu sen de durdurup söyleyebilirsin, sanki söylediğimde gözlerim küçülüyor ve gülesim geliyor, başka hangi sözcükler hakkında tebessüm ediyorum diye sorarsan... Bakın diyor, yıldızlı bir gece ve bu şarkı sonsuza kadar devam etmeyecek, bir fatura kesme süresi ne kadar diyorum, 22 saniye diyor. 

1- Elektrikçinin sinsi vesvesesinin şerrinden

2- O ki, insanların göğsüne kötü düşünceler fısıldar.

3- Göğsüm yok.

4- Memelerim küçük.

5- Onun da memeleri küçüktü.

6- Ne düşüneceğimi bilemiyorum.

7- Sevgili okuyucu

8- Sadece sarılsın.

9 - 22'ye kadar devam edecek mi?

21- Evet edecek.

22- Minel cinneti ven nas ven ilah.

Her sarılma eksiktir çünkü hiçbir zaman içimizi dolduracak o şeye sahip olmamak için yaratılmışızdır. Giriş cümlesi bulmam gerekiyordu. Teşekkür ettim, teşekkür etti, teşekkür etmek istemedim ama gitmesi için ettim, biten tüm ilişkilerdeki sessiz manipüle etme stratejisi gibi, teşekkür ederim, teşekkürler, sağolun, hı hı teşekkürler ve gitmek için artık hazırız. Suyun karşısına oturdum, biraz çalkaladım. Kapı çalmadı, ben kimseye sarılmadım, mesajları sildim, Kur'anı öpüp Sartre'ın Varlık ve Hiçlik kitabının üzerine koydum. Gözyaşlarım daha da sınırlarından taşmaya başladı. Duşa girerdi eski sevgilim, gel dedim evdeki hayalete, beraber girelim, sevişmek yok, sadece karnımıza çektiğimiz dizlerimizi her kavgadaki gibi, yine bunu deneyelim, seni anımsadığım en güzel hallerin ağladığın zamanlardı, gözlerimiz ne kadar güzel gözükürdü. Tüm tecavüz ve geriye dönük günahlarımızın unutulması kadar anlamlı bir ağlayıştı ve suyun içinde ağladım. Beni bırak dedim, su gözlerimi yaktı, annemin gözlerini anımsadım, onun gözlerini anımsadım, kendi gözlerimi çocuklara Ce-e der gibi iki elimin iç kısmıyla, ayası ya da avuç içi fakat ben senin saçlarının ellerimin içinde sığmasındaki kaplamasına diye anımsıyorum, zorlama oldu biliyorum sevgili okuyucu ama uyuduğu zaman onun sadece avuç içimle ve gözlerinin pınarlarını baş ve işaret parmağımla severdim, hikaye okurdum, masal anlatırdım, sadece uyusun derdim, geceden sonra gelen her şeyi boşverelim, Tanın kızıllığının kimsesizliğinden, tanın maviliğinin değişiminden, tanın yeşilliğinde gömdüğüm ve sonsuza kadar tüm yağmurları onun mezarına akması için dua ettiğim bir tırtılın güzel gözlerinden ve bu öykünün zihnimdeki yarattığı beyazlığından ve balerinin, ayaklarının, burnundaki çizgilerinden ve her şeyin nasıl bu kadar seni benim zihnimde beyazlaştırdığını düşünerek, sadece senelerce duş aldığın ve ayaklarının değdiği ve sarılarak ağladığımız beyaz sabunun gözlerimizi yaktığındaki üflediğimiz beyazlıktan sonra hiçbir şey artık bizim hikayemizi yeni bir sözcükle başlatacak bir anlam bırakamayacak. Annemi seninle beraber öldürdüm, gözlerindeki ve çocuk gülüşündeki her şeyi beni kaybetmek adına, beyazlıkların ve büyük plazaların üstündeki bulutların ötesine geçmeye çalışmaktan dolayı, kanatlarımı senden geri aldım, Tanrı diyorum, ben tüm kapılarımı kapattım, sen 99 kapından birini benim için sakla, biliyorum, başından beri tüm metaforlarım, ki sevgili okuyucu ki sevgili Tanrı, ki sevgili sen, sevgili abone numaram ve sevgili bu öyküyü seslendirecek olanın kalbindeki beyazlığı da affediyorum. Şimdi yastığıma sarılıyorum ve yeşil gözlerinin yanlarında bulunan beyazlıklara sonsuza kadar saklayacağın bir cümle yazmak istiyorum. 

Bu ayın faturasını ödedim...


 

Geceden Sonra Gelen Tanın Maviliği

 Şimdi sevgili okuyucu, oradasın, aklından geçenleri biliyorum. Öykü sadece bir bahane senin için, bir merak, sen oradasın, bir ses duymak istiyorsun. Benim sesim korktuğun seslerden biri, bazen bir çığlık, bazen bir saklandığın battaniye, anlamını yitirdiğin için buradasın, bu öyküdesin, benimle yürümek istediğini biliyorum. Ayaklarımızı kumun altına gömdüğümüz gecenin sabahında hep kaçmak istediğini de biliyorum. Saçlarının okşanması gerekirken derin bir sevişmede kendini bulduğunu, öykülerden kaçtığını, şiirlerden nefret ettiğini ve yaşamın gerçeğinin anlamsız kaldığını acın ve saçmalıkların için, biliyorum. 


Tüm Zweig kitaplarımın üzerinde seviştim bu gece. Bağırdım, köleliklerden kurtulmak için zincirlerimin ortaya çıkmasını istedim. Tüm gerçekliğin arkasındanki gerçeğin kurbanı oldum. Bir İbrahim kadar meraklı geceden, Tanrı'nın hangi çocuğu olduğumu düşündüm. Ben Tanrı'nın orospu çocuğuydum. Özür dilerim sevgili okuyucu, oradasın, inançlısın, keskin korkuların ve ilkel insan kadar derin yalnızlıklarının arasında, ben kapıyı açtım. Benim kadar günahkarsın, benim kadar suçlusun, gittiğin yolda insanlara nasıl baktığını biliyorum, her şeyi biliyorum diyerek kendi deliliğimi bilgiyle sarmaşıklandırıyorum. Hepsi büyüyor ve gözlerimin rengini yeşile dönüştürüyor, tüm ormanlar üzerime geliyor, anne diye bağırıyorum, toprak ana artık ölmelisin, anneler çocuklarını en çok öldüklerinde severler diyor, sen bunu duymaktan korkuyorsun sevgili okuyucu, biliyorum aklında sadece bitmesini istiyorsun öykünün ama kurtulamıyorsun, sanki senin sancılı korkularından geçiyoruz beraber, bağırmak istediğin bir yastığım artık, şimdi tükürüklerinle, kaygılarınla, Allah korkunla, anal sekslerinle, vajina akıntıları ve sebzeleri çektiğin blender'la, yastığı ısırmanı istiyorum. Isır yastığı sadece ısır, korkulardan ve zamanların ötesinden yastıkların Tanrı'sından ve uykusuz gecelerinden intikam al, tüm kuş tüylerinden ve insan kalıntılarından, üzerindeki, tenindeki her şeyden duş alarak, kaynar suda haşlanarak, Allah diyerek, Rab beni Kabe'nde yalnız bırakma diyerek, tüm çığlıklar senin arka bahçen sevgili okuyucu, senin çiçeklerin sensin, toprak sensin, Havva ve yılan da sensin, her şeyi saklamak istiyorsun, ölülerini seviyorsun, özlem duyuyorsun, biliyorum masalları, hepsinin fahişesiyle seviştim ben. Bu gece babalardan intikam alamayacak kadar erkeğim sevgili okuyucu, senin gibiyim bu gece, yüzüm yok, sesiler sadece çayın altını kısarken fark edilen mutluluklardan. Sevgi sevgili okuyucu, onu ben de senin gibi bozmak istiyorum. Yapbozlarını kaybetmiş çocuklar hiçbir yere ait değildir. Sen de ait değilsin, eşine ve sevgiline, kendi hayatına ve işine, her şeyi yok etmemek adına, uyuyorsun, erken uyuyorsun, ben de seninle uyuyorum sevgili okuyucu, sen uyuyorsun mavi oluyorsun, ben uykunda maviye dönüşüyorum.


Artık kalbimde sadece tapınacak bir ateş kaldı. Tüm ilkel güdülerimle konuştum, bileklerimi kesemiyorum, kesemiyorsun sevgili yazar, okuyucu, kesemiyorum, kesemiyorsun, kesmek istedikçe bileklerim güzelleşiyor, sanki bir çınar ağacının altında tecavüze uğramıştım ve bedenimi, göğsümü, saçlarımı oraya bastırmışlar ve ben sadece karıncaların burnumdan girmesin diye dua ediyordum, içime girme, ateşime su taşıyan karıncaları affet Tanrı'm, hepsinin korkulu rüyalarının maviliğini bana bırak, biliyorum, onların sadece gitmek istedikleri yer, gitmeyi hiç ummadıkları yer, benim gibi orada olmadığım her yerde mutlu olacaklar. Sen suçlusun ateşle saçlarını dökmüşsün, şimdi gerçeklerin arkasındanki suskunlukları sana anlatmak istiyorum. Bir çınar ağacını hayal et sevgili okuyucu, yüzümün bir tarafının bir damarlı ellerle bastırıldığını ve sadece karşıda bir ağacın görüntüsünün göz yaşlarımla kaybolduğunu ve uyandığımda, kafamı çevirdiğimde sadece sana benzeyen bir yüzün bana ait olmak istediğini görüyorum. İçime giriyorsun sevgili okuyucu, bunu istiyorsun, benden intikam almak istiyorsun, bana acılarını bırakmak istiyorsun, çınar ağacının arkasına saklanıyorsun, her şeyi değiştiriyorsun, kızılsın ve mavisin, yeri geldiğinde haklısın, canın istediğinde de haklısın, sen öldürmedin kimseyi, zarar vermedin, Allah ve Tanrı arasındaki farkı anladın. Bunların hepsini bir masaldan kopardın, biliyorsun sevgili okuyucu, içindekileri görmekten kaçıyorsun, her adımını unutmak için atıyorsun, kanca seni çekiyor boynunda, sadece seks oyuncağı olarak görmek istiyorsun, bazen bir emirle zamanı durdurmak istiyorsun, sevgili değilsin okuyucu, sen sadece onaylanmak istiyorsun. Artık sana anlatacak bir şeyimin olduğunu düşünmüyorum. Sen sadece ortaya saçılan ölülerimin saçlarının kokusunu seviyorsun, sen ağlamıyorsun okuyucu, kim için yaşıyorsun, hangi amaç üzerine kendi varlığını onaylatıyorsun, hiçbirimiz ölmeyeceğiz, hiçbirimiz birbirimize inanmayacağız, biliyorum, güzel bir şarkıda ağladın, güzel dediğin her şey sana zarar vermesine izin verdin.


Tanın maviliği sürecince, tecavüze uğradım. Saçlarını topladı annem, dışarıda sadece kurbanlar geçiyordu, karanlığın içinde ölmesi gereken kediler, koyunlar, çiçekler geçiyordu. Bunların hepsi geçiyordu, ne olur geçmek zorunda kalanları öldürmeyin diyorum, ellerim, yüzüm eski sevgililerim kadar çocuk, beni bırak diyorum, balkondan af diliyorum, oturma odasındaki Sezen Aksu şarkılarından ve duvardaki pastel lekesinden af diliyorum. Hepsi benim rüyama giriyor, sen kimseye ait değilsin, sevgili okuyucusun, sende canına okumak için her şeyi bozmak istiyorsun. Şimdi annenin göğsünde ağla diyor, annem göğsünün olmadığını söylüyor, çabuk büyü, çabuk büyü dedikçe, çınar ağacında tekrar tecavüze uğruyorum. Ben kimseye ait olmadığım için ağaç olmam gerekiyordu, ağaç olayım diye Allah'a yıllarca dua ediyorum. Allah diyorum, ismiyle hitap ediyorum, Allah, bak ben ağaç olmak istiyorum, Fatiha, Felak ve Nas kadar benim sözlerimi de sev diyorum, ağaç olmak istedikçe rüyaların içinden yankılanıyor, sen kimsin, Tanrı ve okuyucu sen beni tanımıyorsun. Ben geceden sonra gelen tanın maviliğinde, o gecede, sadece o gecede ölmek için Shakespeare'e sone yazıyorum. 


Okuyucu, bitmeyecek mi diyorsun, bir şeyin bitmesi için sadece salıncağı rüzgarın sallaması gerektiğini biliyorsun. Montaigne ve ben bir parkta intihar ederken, tüm inançlarımızı toprağa gömdük. Ellerin kurusun, dedi. Ellerin kurusun, kalbin maviliklerin dibinde var olsun, ey inananlar, ben inanmıyorum, ilk defa bağırıyorum, ben yaratılan ve insanların hiçbir söylediğine inanmıyorum. İlk defa inanmadığımı söylemek için suç işliyorum, artık özgürleştim diyorum, annem saçlarımı tarıyor, artık özgürüm diyorum, kafamdan kazakları çıkarmak için sevdiklerim geliyor. Mezarlığımın önündeki çınar ağacında tecavüze uğradım, okuyucu sen hiç kadın oldun mu? Nasıl bir duygu bilir misin istemediğin bir şeyin içinde olmak, mezarlıklar ve vajinalar arasındaki farkı hiç hissettin mi? Annenin hikayesini dinledin mi? Sana anlattı mı nasıl kaçtığını seslerinden, nasıl içinden hayır diye bağırırken, ağzını kapattığını, kaç defa "hayır" diye bağırdını biliyor musun, hangi erkeği sevdiğine inanıyorsun, gerçekten sevgi dediğimiz şeyin annende var olduğuna inanıyor musun? Biliyorum, ilk bileğimi kestiğim gece kimse dua etmemesini istemiştim. Sen kaç dua biliyorsun, hemen sayıyorsun şu an, korkuyorsun Tanrı'dan, saymak zorunda kalıyorsun, sana saydıran o şeyler yüzünden ben çınar ağacı ve mezarlıkta dans ediyorum. Kendime gömeceğim bir şey kalmadığında, tekrar doğmuş olmak istiyorum. Affedemiyorum var oluşumu, fırlatılmışlığımı ve felsefeyi ve hayatımdaki anlam verdiğim tek şeyin, geceden sonra gelen tanın maviliğine bürünen kutsal sözleri, Namaz uykudan hayırlıdır diyor Tanrı, babam annemi orospusun sen, nasıl içindeyim, zevk veriyor muyum diyor, ikisi de kutsalına sesleniyor, aklım karışıyor, babalar ve anneler neden geceleri sevişiyor, sen de bunu bilmiyorsun sevgili okuyucu, birbirimizin yüzünü görmediğimiz her an aslında ruhumuza iyi gelen bir sesle, yaklaşıyoruz, şu anda seslendiren sanatçının sesi, benim iç sesim, şarkıdaki kadının sesi, erkeklerin sesi, dış ses, Tanrısal anlatı, üçüncü şahıs ve birinci şahıs anlatı, sesler birbirine karışıyor, dua seslerini duyarken, ben patates kızartması sesiyle tecavüzü hatırlıyorum. Tüm çınar ağaçlarını aklımdan kesip atıyorum, bilek kesmelerden ve Antik Yunan'daki ilk intihar eden Lae adındaki taş toplayıcısından, hepsinden kurtulmak için kendi yaşamımı jülyen doğramak istiyorum, tüm çıkanları mutfakta feministlere ve hegemonik erkeklere yedirmek istiyorum. Kurtulacağız okuyucu, kurtulacağız sevgili eşcinsel dostum, kurtulacağız evliler, kurtulacağız zamanı kontrol etmek isteyenler, kurtulacağız sanatçılar ve sesler, var olan her şeyin kontrolündeki sesler, Musa'ya ateşten, İbrahim'e ateşten, erkek olmayan tüm günümüz kadın peygamberlerine ateşten, kasıktan, g noktasından, Tanrı noktasından, bunlardan ve benden kurtulacaksınız. Ben doğduğumda Tanrı'yı bana öğreten geceden af diliyorum, biliyorum ki her şeyin arkasından kanca bizi çekiyor, kutsal bir Farsi sözü gibi, kanca bizi çekiyor. Kanca öldü diyor filozoflar, inancımın çınar ağacının içindeki soyulmuş, uyuşturucu sonrası koldaki oyuklar gibi, benim de gezemediğim tüm zamanlardan, gecelerden ve senden okuyucu, dinleyici, anlam üreten herkesten af diliyorum. Sizi öldürdüğüm için üzgünüm, bu gece kızıllıktan maviliğin anlamsızlığını sonlandıracağım. Gidemiyorum, annem beni aramayı bırakmıyor, bu gece Macbeth merakı öldürdü, bu gece Macbeth taze fasülye kırıyor, annem ve babam nasıl sevişiyordu da benim varlığımı karmaşadan yaratmışlardı. Hiçbir zaman kancadan kurtulamıyoruz, sen benden ve ben senden, artık kapatmalısın, artık bilmeli bu hikaye diyorum. İnan sana hiçbir şey anlatmıyorum sevgili okuyucu, çünkü biliyorum, sende benim anlatmamı istemiyorsun, çünkü ikimizde her şeyi gizlersek birbirimizi seviyoruz. Romeo ve Jüliet'ten sonra her balkonda biberler ve domatesler kurutulurdu. Ellerin kurusun diye ayet gönderen Tanrı'nın ellerinden öpecek olsam, sadece ışıkları kapatıyorum.  Işıklar ve çınar ağaçları kimseyi öldürmedi. Ben artık kendimi öldürebilmek, ölüm, kaygı, suçlu, hak verdim, zamanında, sadece, kendini aklama, kafam karışıyor yine, kanca beni kendine çekiyor, korkuyorum, anne lütfen en sevdiğin duayı et çınar ağacında, biliyorum tecavüz hep babamdan kalma bir masal zamana. 


Saklı Fahişeler Düğünü

Seninle daha iyi anlaşabilmek için boynumu kesecek kadar beni sevmen için çabalıyordum. Sana baktıkça yazılacak ve anlatacak bir hikaye olması gerekliliğine inanıyorum. Sanki hiç ağlamamışsın gibi geliyor, bir insanın gözleri hiç ağlamamış gibi bakar mıydı bilmiyorum fakat inanıyordum, gerçek değildin, hiç taze fasulye kırmamış, hiç kahvaltı hazırlamamış, hiç ayaklarını uzatıp, ne kadar çatlağım var dememişsin gibi, insanın varlığı hep böyle bir yaratımda kendini var ederken F. Sen bir şekilde tanımladığın ve arayışlarındaki kendini kimsesiz bırakabilmek için tüm yaptıklarını izliyordum. Seninle bir sokak arasında tanışabilirdik, daha önce sevgililerimizin birbiriyle seviştiği bir dedikoduda da var olabilirdik, biz hiçbir bağımız olmadan da iyi anlaşamayacaktık. Birbirimizi o kadar çok yok etmek istiyoruz ki, tüm erkeklerin ve kadınların ahını kalbine saklayacak türde acıların olduğuna inanıyordum. F, göğsünde uyuyup sana duvardaki kızın masalını anlatmak isterdim. Bu masalda sana bırakılan bir duvar ve bir kız rolü düşüyordu, ben kız olmayı beceremezdim, çünkü hiçbir erkek ya da kadın varlığım için ya da seks düşkünlüğü için numarasını bilmediğim göğsümdeki sütyeni çıkarmak için kısacası hiçbir cinsel hayalin içinde var olmadığım için kadın olamıyordum. Kendim olamadığım gibi, kadın da olamıyordum, bir şey olmayınca tüm olan her şey sana yakışıyormuş gibi geliyor, senin dudakların da öyle, sanki bende dursa sabaha kadar gülecektin F. Sana F dememin sebebini sen daha iyi biliyorsun, çünkü yıllardır kaçmak istediğin her şeyin içinde F harfi olduğunu biliyorum. Fahişe olmamaya çalıştın, farklı da olmamaya çalıştın, fakir, faal, felaket, fırın bile olmamaya çalıştın, bir şeyler olmadıkça senin için anlatacaklarım sadece sana dokunmak isteyenlerin Duvarın Masalı diye kendimi kandırarak, şu an uydurduğum bir anda var olabilirdin. Bir fotoğraf çekmezdin, çünkü içinde kadınlık, cinsellik, haz, kaygı, korku, temelde var olan ne kadar saçma sapan özel sanıp, kendimize koyduğumuz fanusun gözyaşını Medusa gibi davranarak anlamlandırsak da, sana bu gece bu masalı yazacağım, çünkü hiçbir erkekte olmayan bir şey var sende, F, sen kendi bedenini öptüğünde, çocukluğuna dönüyorsun, bunu sıcak su altında yapıyorsun, uyurken yapıyorsun, orada dönüştürmek istediğin, öldürmek istediğin, kendini kurtarmak istediğin ve ne varsa hepsini dört yaşında tenine bağlanmış dikişlerinle beraber, bağladın her şeyi, sahip oldun, bir uçurtmanın ipleri kaldı teninde, anlatacaklarım senin yaşına uygun değil artık.

Seni hiçbir zaman öpemeyeceğimi bilmek bana huzur veriyor F. Bugün yıllardan ve günlerden senden hangisi olduğunun pek önemi olmadığı günlerden. Sen bugün bacaklarını almış ya da sinirle bağırmış olduğun günlerden biri değil. Senin yaşadığının bile farkında bile değilim. Aklıma hep ölmek istediğim anda geliyorsun. Kapıyı çalmadan, zihnimde bir görüntüyle geliyorsun, saçların kıvırcık ve annenin kucağında, sanki hep o kucaktan inmemiş gibi sevmek istiyorum seni, yaşamın bir ötanazi olduğunu bildiğim için dahasını yapmak için kilo vermek ya da kilo almanı beklemek istiyorum, daha da çirkinleşmeni, yaşlanmanı, ölmeni bekliyorum. Öldüğünde arkandan bir roman yazacak olsam, kalbinin yerini hiçbir zaman bilmiyorum fakat öldüğünde toprak kokunu tüm varoluş alıyordu yazardım, uzun uzadıya yazardım. Bu gece ölen bir çocuğun, bana bıraktığı çocuk duasını sana öğretmek isterdim. F. Sen hep kendinden kaçamadığın için seninle denk geldik, yanlış yerlere kaçtığımızı, yanlış söylemlere inandığımızı hatta yara kabuklarına birbirimizin ismini taktığımızı bile biliyorum. Benim ismimi bilmiyorsun, bir insanın kucağına ezanla fısıldanan isimden intikam alması gerektiğini de biliyorsun. Sen uzak bir şehirdeyken de biliyorum. Sevişirken nasıl iç çekişinden, erojen yerinin neresi olduğunun da canı cehenneme, sen bile bilmiyorsun bunları, bunları hiçbirini bilmek istemediğin için tüm cümleleri içinde biriktiriyorsun, boğazından, gözlerinin çevresindeki günden güne dönüşerek, kendini daha da koyu, daha kadın, daha antianne, daha antikendi, daha kahramanlıklarını öldürdüğün o anlara dönüşüyor. Sen bir duvarın üstündesin ve ben de o duvara yazı yazıyorum. Arkasında yıkılan Berlin duvarındaki Nietzsche olabilir, belki Rosa Luxemburg olabilir, şimdi seni etkilemek için bir isim daha yazmamı isteyen iç duygumla yazıyorum, Clara Zetkin olabilir. Duvarın üstündeki seni görüyorum, sana dokunmak isteyen insanların bir karnavalında, bu kadar güzel olduğunu biliyor olmanın sana verdiği acıyı biliyorum. Göğsünde uyuyakalmak isterdim, beni sevmeden, bana değer vermeden, beni ben olduğum için kabul etmeden uyuyakalmak, oradaymışım gibi uyuyakalmak, gördükçe tenindeki uykuyu anımsıyorum. Saklanmadığın geceleri, hep savaşın ön yüzünde olan, her anda seni öne attıkları çocuklukla seni, seni görünce tüm tenim bana lütfen yaz diyor, yaz dedikçe F. Yazmaktan kaçamıyorum. Duvarlar insanlar duvara dokundukça yükseliyor, yükseldikçe sen bir sessizliğin ve hep hayal ettiğin ve sadece iki kişiye anlattığın o yere doğru yükseliyorsun, gidemeyeceğin ama gittiğini fark etmeyeceğin o yere yükseliyorsun. Ayak parmaklarını sevmen için yeryüzünden sana bakıyorum.

Duvarları olanların evlerindeki tüm alanlar pürüzsüz olurmuş, tenleri de dahil, yaşamlarını da bu tarzda yaşamak isterlermiş, duvarları yükselen kadınlardan biriydin, teninde kendini defalarca kapatmış bir örtü vardı, seninle bir su damlasının içinde uyuyakalabilirdik fakat her şeyin isminin değiştiği o geceyi hatırla, bir Nisan gecesiydi ve sen masal dinlemediğin ve bilmediğin için kendini kötü hissetmiştin, sadece senin bakacağın bir duvara isim koymalıydın, ne zor geçmişti Nisan ayı ve duvarlar yükselmişti, sana ulaşan insanlar dokundukça duvarlar yükseliyordu. Hiç tanımadığın birine bilet alıp, ona sırtına dokunup gitmesini söylemen gibiydi, böyle mucizelerin üzerine kitaplar bıraktın, hiçbir mucize artık bir satırdan daha güzel olmadığına inandın, çoğu zaman da böyleydi ve insanlar duvara dokundukça, teninden, ellerinden, göğsünden, ağlamadığın, güldüğün ya da sırtındaki sivilcelerinden, kendi dokunduğun kulak arkasından duvarlar çıktı. Hiçbir intikam duvarların yükselmesi kadar iyi gelmedi sana. 

Yükseldi insan, bulutu, denizi, uçmayı, esmeyi buldu fakat sızmadı senin gözlerinden bir başka yere. Birlikte birbirinizi aldatacağını biri bulamadığın için duvarlarınla sen birbirinizin arasında kalmıştın, insanlar dokundukça sessizleşiyorsun. Ve insanlar üst üste çıkarak sana dokunmak istiyorlar, sana dokununca insan ne hisseder, sen ve bir yanındaki koltuktaki insan arasında ne vardı, neden sen ile başkası arasında kaldığında insan yanlış bir şey yapardı. Ben sana çocuk duasını öğretmek için kağıttan uçak yaptım ve duvarların üstünden geçerek, hiç sevmediğin fakat yastıkla uyuduğun kucağına geldiğinde, okudun, okudukça duvarlar insanlar arasına karıştı, artık insanların duvar gibi sana baktığı andasın.

Mektubu yazan sen misin diyorsun birine, dokunuyorsun boynuna sol elinle, çünkü seviyorsun sol taraftan dokunmak, elini tutmak, uzun zamandır kitaplar haricinde tuttuğun tek elin kendisi olması da ne kutsal buluyorsun, insan kendi eline benzer bir elde korku ve acıma duygularından arınabiliyor, sert ve damarlı, kuvvetli ve güzel parmaklı derken, hiçbir şeyin güzelliğini kaybetmeyeceği algısı ile bir şeyler okuyorduk, belki de mektubumdaki gibi F., bu mektuptaki cümle gibi, o romanın ilk cümlesi gibi, Varlığın güzelliğini asırlardır bekledi. Güzellik sendeki tek imge gibi saklanmıştı, çocukluk özlemlerinin önünde ne kadar güzel bir kız çocuğu dendi, ne kadar akıllı olmuştun bazen ne kadar zeki, bazen ne kadar güzel, ne kadar güzel, ne kadar akıllı ama çok güzel, güzel olmak sende sakladığın göğsün gibi, kadın olmak gibi, anlatamıyorsun hiçbir şeyi tam olarak bazı meselelerde. Dokunduğun kişi rengarenk boyalar gibi elinden aktı, sen misin dedin, evet dedi ve dokunduğunda yüksekten baktığın bir vadinin, soğuğu gibi bir rüzgarla düştü elinden, sen mi, sen mi, baloncuk, Adorno sayfaları, kar küresi, küf derken, dokundukça dönüşen insanların arasından yanımda geçtin, yanımdan geçip gitmiştin, Milena'dan daha güzel olduğunu bildiğin için geçip gittin ve geri bir adım atarak, son fotoğrafındaki bakışla baktın F. Ben saatlerdir senin gibi bakmaya çalışıyorum ayna karşısında, nasıl yapabiliyordun bunu, nasıl kendini benzetiyordun bir anlama, nasıl tenini öpebiliyordun ve kimsesizliğe dayanabiliyordun F. Ben bir ölümün ip atlayışından senin duvarlarının tozunu tenime saklayacak kadar sana yer ayırabilirken, seni görmek istiyordum içten içe, gözlerin gibi bakamıyordum, göğsünün kabarıklığında - çıplaklıktan nefret ediyorum - uyuyakalmak için görmeyi istiyordum, tüm göğsü olan herkesin güzel uyumadığın bilerek uyumayı istiyordum. Dokundun kirpiğime, ellerin kalp acısı gibi oldu, bir kağıt kesiği ya da annenin babana nefretle baktığı 1999 yılındaki his gibi, o gecenin hissi gibi, karanlığında, tek başına girdiğin yatakta hiçbir şeyini feda edemeyecek kadar korktuğun birkaç sene önceki gibi. Elimden tutmadın, tutamazdın, tutmayacaktın, tutulası olan bir ele sahip değildin fakat yürümüştük, duvar yükseldi ve duvarın geceye en yakın çizgisinde F. Benim ayaklarıma basarak dans etmek istedin, biz hiçbir zaman birbirimizle romantik olamayacak kadar anlamsızlığı biliyorduk. Bir nehirde iki kez yıkanılmazsa, biz de birbirimizle tek bir defa güzel bakabilecektik bir ömürde, dans bittikten sonra fotoğraftaki gibi baktın, omzundan Rönesans tablosundaki gibi hayal etmek için birkaç saattir zorladığım fakat ayna karşısında senin gibi bakamadığım bu gecede, o anda, işte o geceye yakın bir yerde, saklanarak yazdığım bu yazıda, yatağın altına girecek kadar küçük olmadığım bu yazıda boynun boynuma bir Persona filmi sahnesi gibi değdiğinde, romanımın ilk cümlesini kucağına fısıldadım, yer değiştirdi rüzgar beni, tenin tenimden geçti ve yine bakamadım sen gibi bir boşluğa, çocuk duasını sana öğretmem için en Fransız filmi klişesi gibi göz ucumdan, dudak ucumdan, boyun ucumdan öpmeni istedim, bunların hepsi öptükçe bir ağacın gün geçtikçe kararan kovuğuna dönüştükçe sözlerim kulağına geldi ve kendimi yükselen duvarından bir başka duvara fırlattım. Artık en zor anında bir ölü çocuktan çaldığım bana göndereceğin üç fotoğrafına karşılık üç acını senden aldım. Tanrı var olsaydı, seni yaratacak kadar kimsesiz olmazdı. Biliyorum, baban gibi gerçekleri saklamak için uzaklara bakıyorsun. Sözler değil, eylem, artık yazmamak için parmaklarımı geçmiş fotoğraflarla kesiyorum.

Annelerin Öldüğü Gece Gözlerini Oyan Mavi Kadınlar




Kuyunun dibinde kurtçuklarla koşan kadınlar, o gece bir çocuk doğurdu. Mavi gözlerini toprağa sürerek kendilerini anlattılar ona. Kıvılcımın bir zamana düşmesi yılları alırdı, kuyunun dibinde göğsü kanserli kadınlar, onların inançları ve geceleri hep bir an bir başka anın değerine varırken, o oldu. Kutsal kitapta O diye bahsettikleri, pek çok kadının doğumuna en olmuştu. Çünkü elleri bir başkasına hiç dokunmadan çürüyecekti. Kuyunun dibindeki çocuklar denizi gökyüzü sanıyordu. O gece bir boğulma gibi sular yükseldi, Musa Kızıl denizi, onun saçlarından alarak anlamı ortaya çıkardı. Yaratıldığında sadece bir kız çocuğu olarak kalacaktı, yüzyıllarca bunun içerisinde yaşlarından vazgeçti. Bir gece tüm kuyuların hepsinde insanlar yaşamaya başladı, o gece onunla sadece gökyüzünde tanışacağımıza söz verdik. O gece birinin doğması için ölüm gerekiyordu. Her çocuk eliyle ölüm getirecek ve dağıtacak tebessümü olanlara, kabul etmek için vazgeçmek gerekecek, anlamlı vazgeçilenler mesela, bir yetenekten, bir anlamdan, ölümü uykusunda bilen kadından belki de. O gece birileri hep bir yere gitmek istedi. Onunla konuşurken ölmesi gerektiğini düşündük, bir göz rengine karşı başka karanlığı ölebilmeli. Bu yüzden gece ve gündüz gibi bölündü gözlerimiz, kapatacak kadar var olmuş muydu?

O gece intihar ederek, onunla doğdum, uzun ve sancılı olsak da onuınla aramızda uzaklıklar var olacaktı. Bu ikiye bölünen zamanın bir anda saçlarını gibi uçuşması. Saklı oluyorsun ve senin gözlerinden zamana yayılıyorum, göğsündeki ben sanki boğazımdaki yıllarında kayboldu, Tanrı diye doğurduğum her zaman senin kuyunda var olacak, gece gibi dualar ediyorken, sırtına dokunduğumu biliyorsun, ölmek için dans etmek, sen ve hiç içinde olmadığım senden, uykularımda sadece bir karanlıkta sesini duyuyordum, ellerim yok edecek her anda seni dinliyordum. Gitmek istiyordun, sadece gözlerini, sonra seni, ellerini, korkularını kaçırdılar, kuşkular küçük göğsünde var oldu. Sonra sadece kurtçuklardan vazgeçtik, ses verdik bir uçurtmanın kırılmasından, işte orada bir kuyunun ta dibinde, ellerimle yarattım, gözlerini kapatmanda, senin kardeşin olmayı ya da seni kendim doğurmuş olmayı isteyecek kadar çok seviyorum.

Ayrılmayız artık.

Sanki birinde bahar çiçeklerinden tüm sözler gerçekliğiyle karşılaşacaktı. Bu gece.

Kaygılar Lahdi Orospuları


Kendi zamanından koparılmış bir Havva meyvesi dünyanın varlığını bir başkasına teslim ettiği geceydi, her şey genelde gece olurdu, anneler gece dövülür , zamanlar gece tersine akar, tersine akan tek şey zaman da değildir, her şeyin Antik Yunan'da başladığını hemen aklımıza geldiği geceydi. Bir geceyi size anlatmak için yatakların yumuşaklığını ya da gecenin hangi yataklardan geçtiğinden bahsetmem gerekiyordu. 


Havva'nın yeryüzündeki tüm erkeklerle yattığı geceden hemen önce, Auletrides bize bir şarkı söylemişti, kulaklarımızdan akan spermler ve gözyaşları her tarafı güzelleştirmişti. Tüm gece labutların bedenimizde güzelce gezindiğinde anlayabilmiştik. Eski bir gecede, yatakların dantel örtülerinin ısırılarak sevişildiği ve ağlandığı gece ki her zaman bunlar birbirine benzerdi, ağlamak ve sevişmenin ortaklığında yaşama tutunuyorduk. 


Kaygılar lahdi, onun herkesin önünde baldıran içmesiyle başlamıştı. Auletrides sadece o gece farklı şeyler istemişti, bir kadınla ya da erkekle yatmaktan öte, kendi başına ilk dokunuşlarını keşfetmek istiyordu. Yeryüzünde ölecekler ve doğacaklar arasında sadece cümlelerini kutsallaştıran bir o vardı, hem Tanrı hem de yaratılmışlardı, hem doğum hem kaygıydı. Sadece gözlerinin güzelliği kadar, kasığının tüyleri kadar çirkindi, her anın diyalektiğiydi. Sadece kendi ellerini kesmekle kalmadılar, nereye dokunduysa böldüler Auletrides'i, sadece bir başkası ile değil sadece kendisine dokunduğu için, çünkü kaygılarımız hep kendi içinde bir başka çocuk daha ister, kendimizin içine akmaktansa tüm dünyayı yutacak kadar güçlü olduğunu düşünmek ister, saçlarını taramak yerine tüm taranmış saçların ondan varolmasını ister, bu yüzden o gece onu izlemiştim, insanın kendine dokunması onu fahişe yapmadığı için tüm erkekler ve Tanrı'lar ona bunu yasaklamıştı, onu da gördüm, tüm herkesi, doğan ya da doğmayan herkesi görmüştüm, İsa'lar ya da Adem'ler' Zeus'lar, Yehova'lar, Transkitolar, Alemothlar, tüm varlıkların ataları ve eski sevişenler, yeni boşalanlar, herkesin önünde yakmak istediler, yakıldıkça daha da ağlandı, seviştiler ateşinin önünde, herkes bir anda kendindeki kaygıyı bir başkasına aktardı, Auletrides yanıyordu ama ölmüyordu, üzerine boşaldılar sönmedi, ağladılar, sönmedi, o ne zaman isterse o zaman sönemezdi, tüm ahlaksızlıkların kendinden olduğunu ve anlamların sadece bir başkasının fahişesi olduğumuzda değer kazandığını bildiğimizden sönmedi, yanıyordu ve lahitlerle yanan bedenlerini kesmek istediler, ben oradaydım, ağlamayacak kadar inançsızdım geceye, o orada yoktu ve yanıyordu, birileri hep dışarıdaydı ve kediler içeride olmasını istedikleri için vardı, ben yanmıyordum ama acı çekiyordum, o yanıyordu ama ölmek istemiyordu, ölümü seçmemişti, Tanrı'yı seçmemişti, gitmemişti ellerin anne saçlarıyla bağlıydı, tüm zamanların kaygıları gökyüzünden yerde filizlendi, hepimiz bir başkasının zamanında yaşam bulduk, bağırmamak için ellerini ısırdık, kırdık tüm toprağın içindeki kadınları, sözlerim lahdin içinden yüzüme çarptı ve bağırdım, bağırdıkça tüm ateşler bedenime dolandı, kendi ateşimi tanımıyordum, nasıl yaktığını bilmiyordum, onun varlığıyla karşılaşmamak için her şeyi yakıyordum, her zamanı ve insanlığı önümde yok edebiliyordum, kendi kaygım gün ışığından alıyordu, kendi varlığımı sadece lahdin sözleriyle ezberlemiştim, ateşimin yaktığı her şey tüm varlığımın hesabını kutsallaştırdı, parçalanmadı, sadece eksik olanları gösterdim, Tanrı'lar kabul etti, insanlar sevdi, ellerim ateşimle kırıldı, bir fahişeydim ve sakladıklarım gerçeklerimden öteydi, bir başkasının ateşini sakladıkça, siyah ve daha da kutsallaşıyordum, bir bebeği karnında taşıyan anne kadar kutsal ve kaygılıydım, kendime dayanamadığım için kaygılar yaratmıştım, Auletrides sonunda sönmeye karar verdi mi diye ateşimden vazgeçtim, hala elleri ve kasığının içi yanıyor ve yere damladıkça tüm gökyüzündeki herkesin yüzünden kaygılar akıyordu, sıcak sularla yüzümüzü yıkıyor ve akıyorduk ve güzel sözler ve gerçek dışılıklar ve fahişelerimizi seçerek her şeyi kendimizden uzaklaştırıyorduk. 



O gece, dudaklarını ellerimle parçaladığım kadınlarla yer sofrasının üstünde seviştik. Saçlarını koparıyorum, ben Cehennem'in tadını Auletrides'in yangınıyla birleştirmiştim artık, çocuklar masanın etrafında çığlıklar atıyordu, öldür kadınları, öldür çocukları, dünya kaygıdır ve seni uzaklaştıran şeyin fahişesi olursun, güzel fahişe, intihar et fahişe, hikayeler yaz, sonsuza kadar sözlerin arkasında saklan, kendini tanı fahişe, suratları parçala, ellerini kırlet, kirlenmek başkasıdır, çocuklar suratımı ısırıyordu, kadınların yüzlerini suratımla tamamladım, döküldükçe yer sofrası yüzümden akıyordu, tüm yediğimiz Havva'lar ve bildiğimiz her şeyin kendimize ait oluşunun kahvaltısını yıkıyordum, sen hiçbir şeyin doğumusun, Havva ve Adem'lerin dışında bir fahişenin, Auletrides'in çocuğusun, bu yüzden tüm yangınlarını sakladın diyor çocuklar, Tanrı gelip boynumu emiyor, sen olmadıkça günah değil dedikçe daha da varlığımı ısırıyor, kasıklarımı peygamberler, sırtımı sadece ölen bebekler emiyor, şimdi kaygılan, artık kutsallaştır bunu, gerçeklerin ve suçlulukların baltasını sapla kendine, duvarları ısır, ağıtlar içerisinde, tecavüz edilmiş kocalarına ağlayan kadınlara üzül, annenin Dostoyevski okumadığına ağla, daha fazla kaygılan, yukarıdan aşağıya yazılan her şey kadar kendinle saklan, bitmeyecek, yandığını görmek istiyorum, yan artık, eri, kokun yayılsın, acı bir çorba gibi etrafa yayıl ve ölmeyeceksin. Artık her şey yenildi ve bir başkası da kaygılarından kaçtı ve sen sadece bir fahişe kadar göğsünü sakladın, aç herkes kadar, isteklerinin tadına bak ve Tanrı boynuma bir bıçak sapladı, tüm Arapça  ve İbranice sözler aktıkça renklerin annemin gözünden aktığını fark ettim, biri daha sapladı, tüm intikamı anne alır bu yaşamda, gerisi sadece onun özetidir, o sadece gözlerime bakarak, neden, nasıl, ne ile eksikliğimi kutsallaştırdı ve Auletrides'in yanan ayak parmakları kesik başıma bastı, tüm zamanlarda var oldum, et parçam yandıkça, kimse olmadığımı fark ettim, her şeyin bir şeyi var etmek adına tükettiğimi, kutsallığın sen ve senden ziyadesiyle tamamlanmayacağını anladım, et parçamı kavradı ve dudaklarımdan öptü, yanan kasığına tekrar bedenimi yerleştirdi, kendine dokun, dahası değilsin,kendine dokun dahası olamazsın, kendine dokun, kendin sana ait değil, kendin sadece bir şablon, kendin bir kesit, bir şey için kaygılan, bu kadar şeyden kaçamayacak ve gidemeyeceksin, içinde hiçlik vardı, yanan bir hiçlik, gökyüzünden defalarca düşen siyahlıklar ve kutsal sözlerle öldürüldük, Tanrı'lar o siyahlığın önünde kaygılandı, her şey bir başkasına kadar tepkisizdi, artık orada, bağlandığım tüm zamanlarda annem Auletrides'le birlikte aynı bedende yanıyordum, kendime dokunuyordum, içimdeki ateşten daha fazlası değildi, önümde sevişenlerin ateşinden, tüm zamanların ve kutsallıktan daha da özgürleşti, zamanın alevini, kaygının ateşi, kutsallığın harı kayboldu kendimdeki ölümle, gözlerim sadece kendime bakması için ona söz verdim, şimdi ölümüme karar vermek adına, kızımı da ateşimle orospulaştırdım, sarıldım, öptüm, onun kaygılarını yok ettim ve ölürdüm, bir şeyin devamı varsa, artık hiçbirine sözler yazmayacaktım. Kaygılar Lahdi Orospular'ından biriydim ve şimdi ateşimden kanatlar yarattığım kendimi yok edecektim. Hiçbir ateşe inanmayın çünkü daha fazlası hep kendimize dokunuşta saklı, ölme peygamber, sen cehennemi hiç görmedin. 

Geceden Sonra Gelen Tanın Kızıllığı



"Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızılllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”

Bu gece hayatta bitmesi gereken gecelerden biriydi ve bunu kaçırmamak için tüm Zweig kitaplarıma ağladım. Bir ara kendimi öldüremediğim için doğru zamanda doğru yerde hiçbir şeyi yapamayacak kadar yeteneksiz olduğumu fark ettim. Yaşam dediği ne ki; bir başkasını sevmek, sonra bir başkasını, sonra bir çocuğu, sonra kendini zaman kalırsa ya da bunların hepsini bir başka yerde aramak ya da vazgeçmek, kabul etmek veya vazgeçmek arasına sıkışmış bir hayatta, sadece bahçe içerisinde güzel bir anı, böcekleri, ya da gecenin deldiği yaprakların içinden geçerek tükenecekti. Bitecekti, bir anda kendimi bir çocuk gibi buluyorum. Ben gitmek istiyorum, ben sevilmek istemiyorum, ben sadece kaçmak istiyorum, bir uçurtmanın arkasından koşturmak, uçurumlardan düşmek ya da tanın kızıllığında yok olmak, yaşım daha yarısı kadar, sonra uzaktan bir şarkı çalıyor, bu şarkı sanki hayatımın bir yerinde benim ağlamam için bir İbrahim tarafından yapılmış kabe gibi ışıldıyor. İbrahim ateşte yanmadığı için her gün daha çok acı çekiyorum, çünkü biliyorum bahçeler hep ateşten, çiçekler hep ateşten, bir yerde su varsa, onlar odundan balıktan, her şeyin tepesinde sarı bir gökyüzü ve iki direğin arasında salıncak kurdum, düşmedim, sonra şarkı devam ediyor, kesme anne diyorum, şarkıyı kesme, bileklerimi kes, lütfen daha devam etsin, çünkü ölmeden önce o şarkı çalsın, bu şarkı kendime gelsin, kendimi kimseyle paylaşmadım, putlaştırdım, delirdim kendi yarattığım inancın sürgününde, bileklerim balıklardan daha güzeldi, ne güzelse balıklar kadar güzeldi. Kuşlar uçtu, tanın kızıllığına veda etmedim, elimden iki kız çocuğu tuttu, birinin yüzünde beyaz bir ben vardı, diğerinin saçları uçurtma ve park salıncakları gibiydi, onların hep deli olduğunu biliyordum, kaderimden kaçamıyorum anne, bilekler kesilmeli ve tanın kızıllığıyla gece sonlanmalıydı, bazı geceler hiçbir şeyin devamı olmadı.  Ağlamak, anneannemden kalan bir şey değildi, sadece çirkinlikte uyuyakaldım. 


Ben gökkuşağının renkleriyle ne yapacağımı bilemedim. Bir yolun etrafını dağlar sarmışsa her şey daha çabuk yaşlanıyordur, kendimi onların arasında, pencerenin ucunda, sadece yansımamın güzel olduğu bir sabahta görebildim. ay ve güneşi iki elime verdiler, hepsini sevmeye çalıştıkça, kendi ölümümü atladım, bir yerde ölmediysek sonrasını başaramıyordu insan. 

"Söyleyeceğim bu şarkıyı mutlu insanlara adıyorum."

Bu gece sadece akciğer kanseri kadar sevimsizdim. Her yere yayılmak tüm mutsuzluğumu yaymak istiyordum. Dolapları kaldırmak, kitapların cümleleri arasına sızmak ve hatalar yapmadan, daha da suçlanmadım, annemi öldürmeden ya da ölümü bir tüfeğin ucundan görmeden, bir kaşıktan bir parça daha tatlı yemeden, bir şeyler olmadan gitmeyi diliyorum. Boynuma dokunuyorum, o dokunuşla kendimi yok etmeyi diliyorum. O neredeydi, o hep bir yerde olacaktı, ben bir başkasının romanı olmayı seçtim artık. 

Sanki bir kuş uyuyordu ve ben onu öldürmek zorundaydım. 

Onun boğazını çevirmem gerekirdi, uykusundan hiç kalkmamalıydı, anne diye bağırmamalı ya da artık tüm annelerin olmadığı bir dünyada doğacaktık. Ben artık kendimdeki kimi bulamıyordum, daha ne kadar üzecektim zamanı, yelkovan ve akrebi kimden kıskanacaktım, nasıl kendimi onların arasında var edecektim ve neden saldırgan ve cesur halimin altındaki güzel gökyüzüne dayanmak için zamanın geçmesini bekleyecektim, birkaç ilaç ile birkaç yabancı gaz ile, birkaç kurabiye ile ne vardı, ölüme dayanmak için yine kime aşık olacaktım.

"Ömür boyunca"

Arkasından bir şarkı çalar, bir rüyadan kalkınca sadece o ışığı istersin, ışık bir yerde parçalanır ve tüm tınılar birbirine çarpar ve yazgı sadece boğazına bir ip daha dolar, ben her şeyin bende bitmesini, zamanın tüm nedenselliğini ve bir bilginin insanın kalp kırıklığını değiştireceğine olan inancımdan da vazgeçiyorum. Artık kimseye ne anlatacaktım, sözlerim kime faydalı olacaktı, kim daha fazla bir başkasına dönüşecekti, bunların hepsi hangi mezarlıkta son bulacaktı, bu gerçekler miydi yoksa mezarlıklar hep ağaçlar yüzünden mi ürkütücüydü, çocuklar neden büyükler gibi gömülürdü, neden hep birbirine benzer şekilde ağlardık, içimizden çıkacak ağaçlar, devasa taşları neden çıkaramazdık, bunların hepsini o kuşu öldürmediğim, o gece öptüğüm ya da bir yanlıştan kaçmak için çiçekleri ezdiğim gecede kaldı gibi, üşümemek için her şeyi üst üste giydim anne, kimin kalbini kırsam ondan büyük bir orman yaratıldı, bahçeler ve arkasındaki çocukların yüzleri uzak kalakaldı. Bu bir tanın kızılığının masalı, ben ölü bir yazarın anlattıklarıyla kendimde bağ kurdukça, tüm yaşamım delilik ve gülümseyiş üzerinden yok olmayı seçmiyorum.

Bir deniz kenarı, gökyüzünde yeşil duaların ve İbrahim'in asıldığı geceye benzer bir gecede, sadece insanların sahilde kıldığı namazların yanında. ölen istiridyelerin hesabını sordum, hep onunla konuştum, parasız kaldım, yoruldum ve ya da bir başkasına benzedim ama konuştum, İbrahim, dedim, İsmail olduktan sonra seni asacaklar, sen de ateş ve rüzgar olacaksın, senin ellerinde bir başkasının ipleri olacak, delirmek isteyecek ama sana Hazreti diyecekler, Tanrı sana kendi kutsal alanını yaratmak için kırk yaşına kadar bekletecek, Tanrı hep bekletirken, neyi anlatırdı çocuklarına, duaların aslında, sekürler bir masal olduğunu nasıl anlayacaktık, annem neden bir gece babama tecavüz etmeyecekti, Doyamamak istediğim yerde hiçbir şeyin tadına bakmamıştım.

Bir kalabalığın arasında ayın son dördününü izleyen herkesi yok edecek bir fırtına çıkacaktı, ölmek için çok sabırsızım, anlatmak için çok sabırsızım, bahsettiğim her şey için çok sabırsızdım, aklımda tüm sevdiklerimin sırtının gömüldüğü bir kitap var, herkese uygun bir kitapla mezarlığım çoğalıyor. Artık bahsetmiyorum İbrahim'den, Kabe'sinden, Tanrı'sı ve kalbime sokulan her şeyden, tüm sevdiklerimi astım Kabil ile Habil'in güzel uyuyan göğsünde, Havva'dan sonra her şey elma ve yılan da gözyaşlarım gibi ayaklarından yoksun, bir sabah şu sözleri duyacağız, artık daha fazlasına gerek yok, kimse kimsenin kimsesi değildir, Tanrı'n "Oku" kelimesinden önce Muhammed'e bunu söyledi, artık yapraklardan önce kuruyanlar oldu, insan ölmediği zaman kururmuş anne, sen ne zaman ağlayacaksın? Artık ben herkesten önce gidiyorum.


"Anne Ne Olur Ölme" dedi Emine Bulut'un Tüm Çocukları



"Anne ne olur ölme" dediğimde daha dokuz yaşındaydım. İzmir'in güzel bir semtinde, sessizliğe sakinliğe yüz tutmuş, birkaç yılda bir cinayet işlenen ilçesinde, nasıl bir gece olduğunu hiç hatırlamadığım o anda, annem (şu anda başkası ile evli) avuç dolusu hap ile ağlayarak bana bakıyordu. Ölme anne, bırak bunları diyordum. Dokuz yaşındaydım ve daha Montaigne okumamıştım, ölüm üzerine çok bir şey bilmiyordum.

Annemin hikayesini anlatmak istiyordum yıllardır, Kırıkkale'de eski eşini öldüren bir erkeğin, kızının annesinin akan kanlarına bakarken bu cümleleri sarf etmesi, bende derin bir yara açtı. Öykü yazıp bunu edebileştirmek gibi bir derdim olmaması gerektiğini düşündüm. Kaç gündür sessizliğime gömüldüm. Her çocuk, her büyük, her insan bu cümleden uzun süre acı çekmeliydi. Ölmeyi seçerken aslında öldürülmüş olan annemin hikayesini anlatmak istiyorum. 

Doğu illerinden birinde doğan ve üvey baba ile büyüyen, sarışın renkli gözleri olan bir kadın, mutlaka taciz edilirdi. Doğu illerinin saklambacı iftira atılmamak ya da kezzap ya da ölümle tehdit edilmemek için evden çıkmamaktı. Sonraki yıllarda üvey babanın etkisiyle korunaklı büyüyen ve dört abisi olan annem, kendi hayallerini "okuyup da bir pezevenk ile evlenmeyecek mi?" diyen aile üyelerinin düşüncelerine boyun eğerek, kabul etmişti ve ilkokuldan sonra yaşamı son bulmuştu. Annem ilk orada ölmüştü. 

Sonrasında kendinden on dört yaş büyük babamla (akraba evliliği) evlendirilerek yaşamda bir kere daha öldürülmüştür. 

-Neden aşık oldun anne ona, babam çirkin?
-Bana dondurma almıştı.

Ölümler yıllar gibiydi, unutulmaması için tekrarlanması gerekiyordu. Aslında babamın kardeşi annemi istemişti ve vermemiştiler sonrasında yıllarca amcamın anneme olan ilgisi devam etmişti... Beni bu yüzden hiç sevmemiştir. Tanrı bilir ben sevgiye ihtiyaç duyan biri olmayı otuz yaşından sonra fark ettim. 

Annem on beş yaşında evlendikten sonra ikiz yatağı olan boş bir eve gelin gelmiştir ve hamile kalmıştır. Benden önce ölümü deneyimleyen cenin olan kardeşim, annemin gördüğü şiddet yüzünden ölmüştür. Bunun hikayesini o anlatsın isterim. 

Benim hikayemde ise, ön sevişme yaşanmadan, sırf bir hırs uğruna, ağrılarıyla acı çeken anneme tecavüz eden babamdan olmuştum. Bunu da düşür de görelim diye içine boşalmıştır. Annemin ölümü olmuştur bu, celladını doğurmuştur. Çünkü bacaklarının arasındayken dövülen ve ağlaya ağlaya sevişen bu çift sonra annemin doğmasın diye dua etmesi sonucu, yine de doğmuştur. 

Cellat her zaman çirkin olmalıdır, bir kavgada birkaç aylık kundaktaki bebeği duvara fırlatarak, gözlerimin bozulması ve ruhumun hep eksik kalmasına yol açmıştır. Dünyayı farklı bakmak sadece yazgıyla alakalı değildi, bunu da ben görmüş oldum. Çok uzak fazla yakın bir görüntüyle.

Bir tane aile fotoğrafımız var, annem ve babamın kucağındayım, bir yaşında varım ve bir pazar günü çekildiğini biliyorum. Bu da benim ölümüm, çünkü her şeyin sonsuz olacağını sanıyordum.

Konuşmaya başladığım zamanlarda anneme "Hizmetçi" diyordum, babam öyle öğretmişti. Hizmetçi su ver, hizmetçi karnım açıktı diye bir zamanım geçti. Bir kadının gururunu kıran ben sözcüklerin anlamlarını bilemeyecek yaştaydım. Bir kadını sözlerle değil, kelimelerle öldürmüştüm. Sezen Aksu şarkısı gibiydi doksanlar, ne söylesen can acıtırdı.

Çoğumuzun annesi ölüdür, sadece yaşadıklarını unutması için bunlar gereklidir. Ölüleri unuturuz, ölüm hep aklımızdadır. Peki, saçlarım uzadıkça, şiddetin türü de farklılaşıyordu. Babam bazen kanser oluyordu annemi korkutuyordu, ona itaat etmesini sağlıyordu, benim saçımdan tutup, biraz içirmeye çalışıyordu, karanlıktaki odadan onun istediği çorabı getiremediğim için ışıklar altında tokat atıyordu, annem araya giriyordu. - Anneler hep araya girerdi, cennet onların ayaklarının altında da olsa cennet yoktu, bunun için ayaklar sadece kandırmacaydı, tekmeydi, ağlatmaydı, tehditti. - 

Zaman geçiyordu, şiddetin tadını anlıyordum. Kocasının flörtöz davranışlarını kıskanan annemi, beyaz florasanlı sokak lambalarının altında saçlarından sürükleyerek dövmüştü. "Orospu, polise vereceğim, kahpe, sen yaşamayı hak etmiyorsun." Ben bu görüntünün gölgelerini görmüştüm, ışık oyunuydu, orta oyunu gibiydi, Doğu illerinin sevdiği bir görsel şölendi, herkes perdesinin arkasındaki karanlıkla izliyordu. O gün annemin gözlerindeki morlukları devlete hediye etmek isterdim. Daha çocuktum, devletle on sekizden sonra tanıştım. Annem ışıklar altında ölmüştü bu seferde.

Sonra evimize yedi kez icra gelince, tüm eşyalarımız yeniden, yine toplanmıştı. Artık evdeki sessizlik bizim gitmemize yol açmıştı, o gitmişti, annemle ben ağlasak da kimin ağlayış sesi olduğunu oda içerisinde anlayamıyorduk. Küçük güneş görmeyen bir evde annemle yaşadığımda, fark etmiştim. Evlerin hiçbir suçu yokmuş, dayak sesleri, pencere, mutfak dolabı gibi gerekli bir şey değilmiş.

Boşandılar ama hala babamın namusuydu annem. Devletin iletişim kurumunda çalıştığı için telefonumuzu her daim dinliyordu. Devlet bunun farkındaydı. O zaman şizofrenik ataklarımda arkadaşlarım olmuştu, cami önünde su içmek için durduğumda dondurmamı çalmışlardı. Yine de İzmir'in gizli bir yerinde oturduğumuzdan bizi bulamazdı, bir gün evimizin yakınından geçerken görünce, korkuyla kaçtım, hala hatırladıkça korkarım, korkuyorum, nefesim düzensizleşiyor şu an, annemi bulup dövmemesi için kaçmıştım. O gün parkın oradaki ağaçta sekiz saat saklandım gitsin diye, İzmir Büyükşehir Belediyesi bilmez benim kadar ağaçların anlamını.

Pilot olamazsın demişti benden bir yaş büyük kuzenim, senin gözlerin bozuk. Ben de o zaman öleyim dedim, salıncağı bırakıp gitti, ölüm ne korkunç bir güçtü, annem ağlayarak işten eve gelince yaşamımın gerektiğini yoksa daha büyük acılar çektireceğimi düşündüm. Montaigne okudum.

Küçük güneş görmeyen evde geçen yıllardan sonra 11 yaşında, annemin abilerinin annemi gözümün önünde dövmesiyle, tekrar babamla barıştırdılar. Ya türban ya da eski kocan diye sunulan teklifte annem ikisini de reddetti. Bıçağı Emine Bulut'un boğazına dayadıkları gibi dayamışlardı, ağladım, ölme anne dedim, ölme! Annem o gün ölmedi fakat tüm kadınlar ölmüştü.

Tüm akrabalara, aileye reddeden ve az para kazanarak geçimini sağlayan kadını sadece çocuğuyla öldürebilirdiniz. Babamın " Onu kaçırır, gözümü kırpmadan öldürürüm, evlenmezsen benimle." Yirmili yaşların ortalarında olan annem, celladı - benim yüzümden - yüzünden yine kabul etmişti. Annem yine ölmüştü ve ben de o evden çıkarken arkadaşım olan hayali kadını öldürmüştüm. Babalar hayalleri öldürüyordu.

Çocuk istismarı, erkeklerle cinsel ilişki, uyuşturucu kullanımı, banka borcu, başka bir kadına ev açma, kumar, pavyonlarda dört kadınla masada öpüşmek gibi başarılı girişimleriyle tanıdığımız babam, artık yaşlanıyordu. Tekrar evlendiler, bir çocukları daha oldu. Eve haciz geldi, çocuk açlık çekerek büyüdü ama hiçbir şey hatırlamıyordu. Dövmeye devam etti, bazen cebinde kızları yaşındaki kadınlara yüzük aldığı için bazen evde neden üzüm salkımı olmadığı için, bazen elektrik neden kesildiği için bazen de annemi ben daha çok sevdiğim için dayak yedi. Öldü, defalarca öldü. Birkaç sene sonra önüne geçtim, dayak yedikçe önünde durdum, uzağı ve yakını göremeyen ben şiddeti görebiliyordum, tadını biliyordum, annemin elindeki ilaçları ellerimle çöpe atıp, yaşayacaksın, birbirimize söz verdik anne, diyebiliyordum. Sopayla, kemerle, televizyon kablosuyla, fırlattıklarıyla, annesinin önünde, çocuğunun önünde, herkesin önünde bir sirk gibi gösteri yapa yapa dövüyordu. İstediğini sikiyor, istediği gibi dövüyor, hiç ölmeyecekmiş gibi korkusuzca yaşıyordu. Devlet arkasındaydı, Allah'a o kadar küfür etmesine rağmen hala dipdiriydi, ben onun ettiği küfürlere rağmen susan Tanrı yüzünden olmadığını anlamıştım. İbrahim'in oğluna koç gönderen, oğlunu çarmıhtan gökyüzüne çağıran, Yusuf'a kuyudan seslenen, Musa'ya ateşten dile gelen, Muhammed'e perde arkasından görünen Tanrı, bu kadar söze rağmen susuyordu. Tanrı da babamı seviyordu, o da kadınları dövüyordu belki ya da çocuklar büyüyene kadar sevmiyordu. Bilmiyorum, annem o ilaçları bırakırken, gözlerindeki yeşil rengi görünce ölmüştüm. Ölümün rengi o yeşil renkti. Sonraki sabahların birinde hasta olduğu için dayak yiyen annemi bir kapı zili kurtarmıştı. Şiddetin ortasında gelen icra memurları beni de almasın diye, bahçedeki ağacın arkasına saklanmıştım. Eşyaların hepsi gitmişti, babam da gitmişti, kaçmıştı. Artık onu bir daha aynı evde görmemiştim. Boş evin sesi beni hep ağlatır, annemin kanayan dudaklarıyla beraber ağladık...

Şimdi babam hala yaşıyor, ben onun evlendiği yaşa geldim, kendisi uzakta ve hala devlet ona aylık para veriyor, yaşıyor, hiçbir şekilde bağı yok, dünyaya neden geldiğini sorguluyor insan. Ben bu toplumda tiyatro bölümü okudum, sanat okudum, ölmemek için kitaplar okudum, öldürmemek için kadın çalışmaları okudum, annem yaşlanıyor, ben oyunlar çıkarıyorum, geçinmeye çalışıyorum. Ne devlet var arkamda ne İzmir Büyükşehir Belediyesi farkında, ağaçlar, evler ve öldürülmüş anılarımız farkında. Hala korkuyorum evimi kimse öğrenmesin diye... Psikolojik olarak nasılım, nasıl bir insanım bunu hiç bilemiyorum. Neden korkuyorum diye soruyorum, ürettiğim şeylerden korkuyorum, anlatamadığım yazamadığım şeylerden korkuyorum, kendimi öldürüyorum ben de. Erkekliğin şiddetini kendime uyguluyorum, baskılıyorum kendimi, üzüyorum, tüm dünyanın suçu benim yüzümdenmiş gibi sanıyorum, tüm öldürülen anneler benim yüzümden ölüyor sanıyorum, tüm ağlayan çocuklar benim yüzümden, bağıramadım eşyalar giderken, babama bir kere bile vuramadım, onu dövemedim, ona sarılamadım, onun kim olduğunu bile bilmiyorum. Onun kokusu nasıldır bilmem, nasıl güzel sözler söylediğini bilmem. Ben kendimi tamamlayamamış bir varlığım, çünkü defalarca öldürülen annelerim ve sustuğum, korktuğum anlar oldu. Bunların hepsine Tanrı bile kayıtsız kaldı. Bu yüzden anneler ve çocuklar birlikte ölür, bunu ne din ne devlet anlar.

Babam hala yaşıyor, kaç yüzyıl yaşayacak bilmiyorum. Benim alacağım bir hayat var kendisinden, keşke bizler de boğaz kesebilsek, keşke bizler de öldürebilsek, keşke bizler de küfür edebilsek ve keşke bizler de erkek olabilsek! Bizler olamayız çünkü "ne olur " kelimesini kullanacak kadar insanız.

Bu anlattıklarımın bir kısmı da benim ölümüm.
Ben kimseyi öldürmemek için ölmeyi bekliyorum.