Boşluğun Masalı

13:59 Yazabilen Yaratık 0 Comments

"Uzun bir ot çekişin ardından bazen insanlar bardağa balıklama dalabilirmiş ve bardak size boşluğun masalını alatırmış" 

Doğmamış tüm çocukların gülüşüne benzeyen kadın


Boşlukta saklanırken bir anda birbirine çarparmış insan. Hepsi birbirinin gözlerindeki kirpikleri fark eder ama alamazmış, kirpikler koparılmadıkça o kişiye aitmiş. O anda da kimse kimse için koparmamış ve baharın gelişi kimselere göre gecikmiş. Şimdi bekleyişlerde sadece şu masal anlatılırmış. Bir nefes aldıktan sonra başım biraz döner ve sadece gökyüzünde Oi va voi - Tatar Love Song şarkısı yayılırmış. Keman sesiyle masal hep sarılırmış gibi başlarmış.

Bir zaman bir kadın karlara yakın dağların arasında oturduğu zamanlardan pek sonra, boşlukta kendini bulmuş ve duvarlar yükselmeye başlamış, yükseldikçe çocukluk ve kıyafetler hep daha da masumlaşırmış. Duvarda her masal gibi bir zaman sonra duraksarmış, işte o sırada insanların sesleri yavaş yavaş kaybolmuş. Onlar sessizliği yarattıkça, duvar daha da insana benzermiş. Duvarın üstünde duran ve ayaklarını sallarken gülümseyen ve gözlerini aşağıya düşüren kadın, arkasındaki zamana bir türlü bakmaktan korkmuştu. Duvarın altındakiler ise kadına yetişmek için duvara tırmansalar da sıcak bir balın etkisiyle sakinleşir ve duvardan vazgeçerlermiş. Yine yılmayanlar ve kadına sahip olmak için birbirine yardım eden insanlar duvarlardan bir İspanyol şarkılarıyla düşermiş ve tekrar insanları soluksuz bırakırmış. Kadın ve duvar aslında her zaman yanyanaymış. İkinci nefesimden sonra masala devam edeceğim.

Duvar yükselmeye devam ettikçe her şey kararmaya başlamış. Ses yükselmiş ve tüm herkesin ayaklarını daha sert vuracak bir müzikle her şeyi unutmuşlar, duvarı ya da kadını,kadının ayakları ya da göğsünde mutlaka ben olması gereken kadını, korkuyor gibiydim bu masalı anlatmaya ama bilirsiniz yazsam da masallar sadece tılsımını anlatıldığında varırmış. Duvarın rüzgarı diye bir söz vardır boşluktakilerde. Bu rüzgar insanın içinden geçermiş, dokunmaz ya da hissetmek yerine o olmak zorunda kalırmışsınız. O rüzgar kadının içinden defalarca geçmişti, o sadece sırtını dönmedi. Bunu tekrar anlatmak istiyorum, daha bu kadına roman yazılmadı. 

Üçüncü nefesimde masalı bitireceğim diye umuyordum. Duvara tırmananlar, duvarda yardımlaşanlar ya da duvarından vazgeçenler, hepsi artık yorulmuştu, kadın yükseldikçe umutlar da duvarlar kadar inandırıcı oluyordu. Ben inandırıcı ya da gerçek kelimelerini kullandıkça, bir şeyleri saklarmışım gibi geliyor. Saklananları ben görmüştüm, ben saklamıştım başkasına ait olanan saklananları, rüzgarları ya da duvarın üstündeki kadının üstündeki ve ayak bileğindeki çizikleri, boynunda portallar saklayan ve bunları sadece kendi için yok eden kadından her şey vazgeçmişti. Biz felsefede buna ne deriz ya da hangi romanda bu durumla karşılaşırız bilemiyorum. Ben yine de bu zamanda kendi zamanını yok edenlerden biriydim, masalı yazıyordum bir dakika, anlatmayacaktım, sadece bahsedecektim, şimdi ben bu ahlak kavramları neden bir keman sesine değişebilirdim. Kadın sadece gözlerindeki gece yarısından aya bakan renklerde olduğunu anlatmam gerekecekti, evet kadın sadece gözlerindeki masalı saklayan bir eksiklikte, sadece boşluğa bir sesler bıraktı. Seslerin arasından bulutlar ve çocuklar atladı, anneler ölmek için defalarca denedi bu seslerin arasında, bir uçak geldi ve kondu dizlerine, dizleri neye benziyordu bilemiyordum, bilirsem öykü yazacaktım.

Son bir nefesten sonra bitireceğimi umuyorum masalı. Çünkü neyse, bahsetmiştim, hiçbir zaman tamamlanmayı bekleyecekti. Uçağı ellerinin arasına aldı ve duvarın rüzgarıyla, kağıttan uçak okunacak halde sunuldu. Biraz baktı ve bir cümle kurdu, ben hatırlamıyorum o cümleleri, kurdu ve kağıttakiler anlatıldı. Okundukça duvar alçaldı, okundukça duvar daha da rüzgarına boğuldu ve artık kadın ve duvar adına sadece yürümek kalmıştı. Masalı basitleştirseydim uyurdunuz.

Nefes sadece kendime aitti. Kadın yürümeye başladı, sen mi yazdın diye sordu ve dokundu. O kişi evet dedikten sonra her şey ay ışığının gölgesine dönüştü, bir diğerine sen misin dedi, gözlerinden sadece karahindiba yayılan her yana baharı fısıldadı. Sen misin diye seslendi ve karşısındaki Dostoyevski - Budala adlı romanın sayfalarına dönüşüp, karıştı toprağa, kadın denedikçe herkes mutluluk getiriyordu insanlığa. Peki, sen misin, hayır diyemezdi kimse, evet dedikçe sular yayıldı, dünyada düşünce ışık kadar etkileyici geldi, sen misin, evet ya sen , evet , sen misin, evet, yazan, sen işte her şey böyle bir nehrin içinde Lethe ile dans ederken gezegenlerin hangisi olduğuna unutulmuşluklar karar verecekti. Evet ben yazdım demedikçe her şey kadına merak kazandıracaktı. Ve pek çok insan, duvar gibi kendi varoluşuna hayran kaldı. Dokundu, evet diyebildi masaldaki, evet, kadın yürüdü geçti ve dönüşmedi, hiçbir şey ona arkaya dönmenin ağırlığı vermemeliydi. Dönünce, duvara doğru yürüyen biri vardı. Yürüdü, duvara oturdular, duvar yükseldi yine, uçaklar ve kağıtlar artık arasında bir ölüm taşıyordu. Duvarda durdular, ışıklar ve insanlar daha anlaşılabilirdi, bir taraf dönülmeyen, diğer taraf ise inanılmak istenendi ve arasında dans edebildiler, o anda kimse bir şey demedi. Varlığın yüzünün güzelliğini asırlardır bekledi, dedi. Sadece derin bir kemanın geyikli geceyi yarması gibiydi. Suskunluk, sadece anlamaya niyet edilen bir suskunluk. Masal için fazla sessizlik yazdım yine. Dans bitince, peki ya öğreteceğin dua neydi, kaç ölü çocuktan duymuştun, bunları anlatacak mısın? İlk soru cümleydi ve kadın artık merak etmeye teslim olmuştu. Dans ona bir operada gülümsüyor ve ışık sevdiği mor rengine dönüştüğünü görüyordu. Ve cümleler dökülmeye başladı, dualar her çocuğun varlığını hissettiğindeki acıyla doluydu.  Duvardan düşebilmek masalı bitirecekti. Dans bitince, selamladılar ve cümlesinin sonunu dinlemek için sese ihtiyaçları vardı. Çünkü anlatıyor olsaydım, bir bardağın içinde olmayı seçerdim. Kadın arkasını döndü ilk defa, tüm bırakılmışlıkları gülümseyerek, birlikte ağlayalım mı dedi, kadın. Şimdi biraz üşümek için masalın anlatılmayan köşesine geçtiler, Alice harikalar diyarı'nda her şey tebessümü kadar harikaydı, masal aslında durdurmayı seçemediğimiz anlarda anlatılacaktı. Şimdi, gözlüğümü temizlemeli ve dişlerimi kanatmalıyım. Annelerimiz kadar şüpheciyiz yine bu gece. Anlatılacak ne kaçışlar vardı. 

0 yorum:

Ay Işığında Bipolar

14:07 Yazabilen Yaratık 0 Comments



Eski Yunan'dan beri kime mektup yazsam kendini öldürüyordu. Biri sevişirken kendini astı, bir diğeri ise bekaretini namusuyla diktirdi, yaşam kısa saçlıların intikamıyla sürüp gidiyordu. Mektupları hep erteledim, kendime ya da doğmamış bir kadının kızına, belki de yaşamımızın en değişik deneyimi olan anlatmaya çalışma çabasıyla Tanrı'ya. Onunla konuştuğum zaman gerçekten iyi hissediyordum. Biliyordum, yoktu, tıpkı babasız evlerde büyüyen bizler gibi ama yine de o evin var olmasını istemek, bir keman sesinin en tiz anında içimizi rahatlatması gibi. Ya da büyük göğüslerimizi saklamak için giysilere sarmalanmamız gibi. Mektup yazacaktım, kim ölürse ölsün dedim içimden. Ben kendimi iyi hissetmedikçe, dünya bana baharlar ve yazların sıcaklığını getiriyordu. Ben soğuk zamanlarda doğmuştum ve ölmeden önce hiçbir güzel söz yazamayacaktım. Bunları fark ediyordum ve soğuk bir asansörün en tepesinde tüm şehri izliyordum. Bir Van Gogh değildim, gece yıldızlı değildi, her şey ay ışığı altında geçiyordu. Büyük bir retro vardı, tüm her şeyi buna bağlayarak kendimizi delirtiyorduk. Sözü uzatmayacağım, yalnızdım. Kendimi kimle olursa olsun yalnız hissetmiştim, anne karnında beri ya da babaların ilk tokatı ya da aldatılmaların yakalanmasındaki morfin etkisi gibiydi. Bilinçli bir Salinger okuruysanız kimseyi acı vermek için aldatmazsınız. Parmaklarım ağrıyor, yazmak istemiyorum hiçbir şey ama gökyüzünü ve ışıklardan önce anlatmam gereken bir şey vardı. Yanıma gelmen için üç kere neyden bahsetmeliydim bilmiyorum.  Her şeyi yok edecektim ama bunu tek başıma yapamıyordum. Bir masal anlatacak olsaydım hemen sen aklıma geliyordun, sana savaş alanlarını anlattığımdaki heyecanını görebilmek için. Yürüdüm, rüzgarlı tepeler arasında içki içmesem bile bir sigara içebilirdim sana anlatmak adına, bir masal gibi girsem de bir mektup gibi sana hitap etse de aslında her şey benim adıma, bir anlam arayışıydı, hiçbir zaman dışarıda dans edip, öpüşmedim. Bunları oyun oynayarak yapabilirdim. Bir oyun oynasak mı dedim ve sen geri geldin, insan bipolar olunca pek yalnız kalamıyor.

Uzun zamandır uyumamıştım, gözlerimdeki kırmızılıkların insan olduğumdan ve damarla çevrili olduğundan dolayı olmasını diliyordum. Sen hemen gözlerini yine büyük büyük açtın ve dinlemek için bir sigara yaktın, ellerinin bedenini göre iriliği aynıydı, arkadan seni izlemek bir palyaçoya bakmak gibiydi, bunları siyah beyaz bir fotoğraftan aldığım karelerden de anlatabilirdim. Oyun oynasak da sana anlatmam gerekenleri bir masal olarak başlayacağım. 

Antik Yunan'dan beri her şeyi yok eden Herostratos'un ruhunu taşıyordum. Kutsallıkların gerçek olabileceğini düşünmüyordum. Hiçbir aşk, hiçbir sevgi uzun süre bende yaşamayacaktı, kendi çocuğumu öldürecek kadar sevebilirdim. Kaç ki, yaşam seni bir şeye benzetmesin, her işten ya da zamandan kaçabilirdim fakat oyunlardan asla, benim zamanı unutmam için oyun oynamam gerekiyordu. Bunu bir ara başarmıştım, sonra bipolar olduğumu ve lityum kullanmam gerektiğini öğrendim, tüm bu enerjimin aslında herkesi üzdüğünü fark edememiştim. Senin hayalin vardı ve sen gerçekten, insanların hem hayali hem de gerçekleri yaşar, ben ise herkesin hayaliyle daha iyi zaman geçirdiğimi fark ediyordum. Geçen de metroda karşılaştığım kadını sana anlatmak istiyorum, kadın sadece gülüyordu, uzun uzun gülüyor ve donuk bakışları altında hiçbir yere gitmiyordu. Bu bana neden çekici gelmişti bilmiyorum. Sen de belki de böylesindir, neden, nasıl, kimden gidilirdi ki, herkese karşı bir şarkı yazabilirdin belki de ama kendi içindeki akvaryumda hep boğulmak için bir balık oluyorduk. 

Seninle oturduk, ne oldu diye sormadan önce bir bankta dizlerine yatıp, sadece insan olduğum için benimle konuşmanı istebilirdim. Sadece sana anlatabilirdim, her bağ bir yok oluş yaratır diye bağırabilirdim, hiçbir bağ olmadan, bir bilgisayar ekranı gibi olabilseydik ya da telefondaki tanımsız numaralardan ve önemsenmeyen ama arandığında kim ki bu, diyebildiğimiz bir şey olsaydı. Bak ben her şeyimi nereye sakladığımı bilemiyordum. Bir var bir yoksa her şey eşit demektir, herkes bir zaman vardır ama bir zaman da yok olması gerekir, bunu biz öğrenmiştik, bipolarım diye tüm kelebeklerin ölmediğini gece düşündüm, bir penreceden çıkamıyorum, sevgi dediğimiz şeyin de öldürme kuvveti olduğunu susarak anlıyordum. Annem ve her kadın kadar, babam ve her erkek kadar, her şey kadar eşit olmak zorunda değildik. Dizlerinden dolayı her şeyi yarım görüyordum, kimse nasıl mektup yazılır da bilmiyordum. Bak diye söze girdim, olayları sana sıralamak isterdim. Sen de arkasından sadece gülecek olmanı ya da gözlerin dolunca biraz yürüyüp, asansörden aşağıya, sessizlikle beklemek isterdim. Zamanı yok etmek için farklı zamanda orada farklı bir eylem gerçekleştir diyor eski yazarlardan biri. Ben gökyüzünden tüm şehre bakıyordum, kanatlarımı unuttum, çocuklarımı unuttum, yazılarımı ya da kimi ay ışığında unuttuysam hepsi döngüsüyle yok etti beni. Ölmemek için amaçlar buldum, her şeyden geçebilmek adına geceleri sadece sustum, her şeye karşı susunca sadece susmanın beni öldürdüğünü ve değiştirdiğini gördüm, her şeyi yakıp yıkmak istiyordu Herostratos'um. Şimdi sana mektubumda söylediğim sözü söyleyeceğim, varlığın yüzünün güzelliğini asırlardır bekledi Tatyana. Tatyana da öldü, bir kitabı vererek yok ettim onu. Düşünsene zaman geçirdiğin her şeyden bu kadar çabuk vazgeçebilsek, sen salıncağa binmeyeli ne kadar zaman oldu? 

Yıldızlar göründüğünde kaybolduğunu ve sende gözlerinden damlalarla bir başka gökyüzünün altında yaşadığını biliyorum. Gözlerine uzun uzun bakabilseydim anlatacaktım sana, bir roman kahramanıyla insan nasıl karşılaşır diye, belki de herkes kitap yazacak kadar yazar ya da ressam olmalıydı Van Gogh'u ya da Klimt'i, Schiele'i unutacak. Korkuyordum, hep aynı şeylere muhtaç kalmaktan. Kendimi öldürebilseydim mektup yazamayacaktım. Böyle şeylerle ben kendimi korumaya çalışıyordum, ölmemek adına yeni yok edeceğim umutlara karşı Bipolarca yakınlaşıyordum. Aslında her şeyin çirkinliği altında bir şarkı çalabilirdim. Oyun oynayalım, haydi kim bulutların olmadığı bir gökyüzünde daha iyi bir tablo ismi bulabilirdi. Sanılandan daha hızlı olabilirdi oyun, Işıklardan Düşen Engizisyon, Batı Yakasının Örümceği, Geyikli Gecenin Üzgün Kadını, Lenea'nın Güzel Tebessümü ya da daha kötü bir çeviri ile Sessizlik Üzerine Geç Montaigne gibi daha anlamsız şeyler uydurabilirdim. Konuşacak ne çok şey buluyor hasta olanlar ya da ölmemeye çabalayanlar. Tanrı'ya şirk koşabilirdik sahil yolunda, biraz nefes nefese kalırdık, seksten başka her nefes nefese kalmanın aptallığını konuşabilirdik. Üzgünlük geliyor aklıma, mektubumun bir sonu olmayacağını biliyorum, çünkü bu oyunda kendimi yaşamda tutmak için daha fazla oynamalıydım. Gidecek gibiyim, annem intihar etmediği için tüm bu acılar aslında, kimseyi de suçlayamıyordum, kaçamıyordum ve sana anlatacak ne kaldı bilemiyordum. Sen mektup yazamazsın ellerin yok, Kant'ın elleri yok, Nietzsche'nin bıyığı yok, her şeyin göründüğü gibi olmadığını bildiğimiz bir dünya yok. Antik Yunan'da demiştim; Synospea adındaki kadın kime mektup yazsa o yok olurmuş, Zeus onun mektuplarını yazarların yaşamlarına aktarmış, biri Kafka olmuş biri Anais Nin biri Tezer Özlü oluşmuş, her yazar bir yüzyıl sonrasının insanlarını yaratmış. Şimdi ben de seni bir sonraki yüzyılda sevecek, aşık olacak ya da senin gibi gülecek birine yazıyorum. Ben parkta sana anlatacağım yoksa televizyondaki siyah beyaz ışıkların, bir maviliği öldürdüğünü hiçbir zaman anlayamazsın.Virginia Woolf olsaydım, taşlarla nehirde boğulmadan önce salıncakta sallanırdım. Her kalça için uygun salıncak vardı çünkü kimse sığmayacağı bir dünyada var olamamıştı.

0 yorum: