Roman Yazamıyorum. Hoşçakal Nastasya Filippovna

13:55 Yazabilen Yaratık 1 Comments

" Senin kardeşin olarak dünyaya gelmeyi ya da seni kendim doğurmuş olmayı isteyecek kadar çok seviyorum." 

-Ayrılmayız.

Bu cümle yıllardır aklımda, romanımın ilk cümlesi olacak kadar kutsal. Peki sevgili yazabilen yaratık, sen neden roman yazmadın. Bu kadar insanların, ağaçlar için devrime kalkışırken, pek çok kitap satmadan, beklerken, amacın, isteğin neydi? Bugün uzun bir yazı olmasını ve bir kısmi veda olarak algılanmasını istiyorum. Neden kitap yazmalı ya da yazmamalı!

- Neden kitap çıkarmamalıyım'ı düşündüm. Ben ona fiyat biçecek ve şu kapak olsun, öyküyü daha güzel hale getiriyor gibi sözler kuramazdım. Önemli olan içinde saldırganlık ve varoluşun modern zamandaki saldırgan eylemsizliğine dönüşmesini anlatacaktım. Bunu para bedeli vererek, aslında çalışmadan sadece yazacaktım. Yazarak para kazanarak, yeni romanlar, yeni karakterler bulacaktım belki ama bunların hepsi artık aynı olduğumu varsaydığımdan, bir kitaba dönüştürmedim. Günlüklerini fiyatlandırır mıydı Sylvia Plath merak etmişimdir hep. 

- Neden yazmak istemedim, çünkü birilerinin kitaplığında üstümde Dostoyevski, benim kitabımın altında, Emrah Serbes, sol tarafımda da sevmediğim bir modern yazarın kitabı olsun istemedim. Bir de hangi isimle olacaktı, gerçekten de bana konulan bir isimle, insanlara, yıllardır eleştirdiğim sistemde ben de -sözde- sistemi kırmak için geldim. Daha çok sevişmek için kitap yazdım, bir pipoya telifi verdim mi diyecektim. Ben imza günü olsa, karşımdakilerin saldırganlık ve hayranlıklarına imza mı atacaktım, yahu benim imzam bile kötü.

- Neden yazmıyorum sorgusunda, yazacak yerim yok. Malum, İzmir'de yaşıyorum, bedenimin yüksek lisans dersleri ve çocuklara zaman ayırdığımdan, yazmaya zaman ayıramayacağımı düşünüyorum. Gerçekten de zaman ayırmak istemediğimden bunlar. Kitaptan kaçıyorum, yazacaklarımdan kaçıyordum. Kendimden kaçmak için sosyal medyada anlık paylaşımlarla, birkaç beğeni ve düşünceden uzak sözlerle kabul görüyordum. Bazen ücretsiz bir fahişe gibi hissediyorum orada. İnsanlar sevişmek, sevmek ve tanışmak istiyorlar. Gerçekten de görmek istiyorlar. Benim kadın ya da erkek olmamı önemsiyorlar. Birlikte yürümeyi teklif eden ya da sana anlatacağım bir acım, bir sarılmam var diyen yok. Ne kadar acı, yazdıklarımdan daha çok çirkin görüntümün merakı.

- Romanımda iki karakterin tasarımını yıllardır düşünüyorum. Bir kadın karakter ve bir erkek. Erkeği tanıyorum, uzun zaman önce toprağa gömdüm kendisini, ben gömmedim aslında, cenazesinde bile yoktum. Onun öldüğü gece, ben sabah başka bir kentte sevişiyordum.  Kadın karakteri aramaya başladım, ilk başta kendi lisans dönemimden birkaç görüntüyle, bulduğumu sanmaya çalıştım, sonrasında Ankara'ya gittim, evet dedim, sanıyorum ki, yağmuru fark ettiğinde hemen şemsiyesini açtı ve yok oldu karşımda, sonra İstanbul, sonrasında sosyal medya da kadın karakterler aramaya başladım, sanki tanımadığım bir çocuğu ya da Tanrı'yı arıyordum. Öncelerinde bulduğumda onunla sevişmek istemiştim. Nasıl bakar bilemezdim ama gerçekten de yazarın ruhundan karakterin ruhuna bir dönüş olmasını düşlüyordum. Bir insandan öte, bir defterin yaprağını çevirir gibi sarılmak, bir tanıma ve yaratma durumu kafamda tasarlamıştım. Sonra vazgeçtim tabi ki, nerede yaşıyordum, hangi şehirde ve ülkede. 

Arayışım devam etti, sosyal medyadaki insanlara baktım, hepsi en elit, en birbirine benzer pozlarıyla görünüyorlardı. Gözleri ne renk olmalı, nasıl sese sahip olmalı diye, aslında pek çok kadın karakter yazmıştım ama bu başkaydı, ismi Lal'di, sonrasında bundan da vazgeçtim. Arayışım, boynunda ve göğsünün ortasında, daha çok sağ göğsüne yakın bir yerde ben olmasıydı. Sonrasında insanlara dikkat etmeye başladım, Bir ara kendimi tamamen bir sapık gibi kurguladım. İnsanlardan, merhaba, ben roman yazacağım, sağ göğsünüzde ben var mı diye sormak istedim. Zaman geçiyordu, yaşlarım yirmilerin sonuna geliyordu ve ben hala iki romanı bir araya getiremiyordum. Camus, Kafka'nın romanları, ilk yazdıkları da berbattı diye kendimi iyi hissettirmeye çalışıyordum. Kitap okumamaya başladım, her şeyden kendimi soyutlayamıyordum. Yazdıklarım birbirine benzer bir kaygıyla gidiyordu.

Metroda birine rastladım, yanına gidip, " Merhaba, roman yazacağım da karakterime benziyorsunuz, tanışalım mı?" düşüncesi sonunda hep bir olumsuzluğa denk düşecekti. Bunu biliyordum. İzmir'de metroda kimseyle tanışmadım...

Sonra bu tutkudan da vazgeçtim. Sevişemedim, tanışamadım. Bir ara sosyal medya hesaplarından, roman karakteri arıyorum, düşünenler bana ulaşsın demek gelmişti. İzmir'de görüşmelerimde kitap hediye ederek, doğru karakteri, görseli, ruhu bulacaktım.

Saçmalama.

İnsanların da bir hayatı olduğunu çoğu zaman unutuyorum. Bu kendi hayatımın farkındalığını yazma üzerine kurguladığımdan dolayı sanıyorum ya da ciddi anlamda major depresyon tanısı konulacak kadar yaşamdan mutsuz olan biriydim. İzmir bana roman yazmak adına iyi gelmeyecekti. İş arayıp, defolup gitme düşüncesi var İstanbul'a ya da daha küçük bir şehirde kapanarak, metrolar, otobüslerin olmadığı, mavi dolmuşlarla yavaşça gidilen şehirde okumak...

-Roman yazmanın zorluklarına karşı gelemiyordum. Özgür bir dünya yaratsan da buradaki yazacağım şeylerden ciddi anlamda korkuyorum, ağlamaktan korkuyorum, acılarımı, acıtanları tekrardan nefes alıp vermelerini sağlamaktan. Birilerini tekrar öldürmekten korktuğumdan kendimi öldürüyorum. Kendi canım yanmasını, başka canları kurtarır gibi sandığımdan yazmıyorum. Tüm babalardan, annelerden, eksik ve tamamlanmamış çocukluklara bağırmaktan korkuyorum. Montaigne'den Kafka'ya uzanan, bir yalnızlık ve ölümlerden, yalnız yatan kadınlardan, sırtını kaşımaktan uzak adamlara kadar anlatmak beni fazla yaralayacağını, bildiğim için.

Neden yazmalıyım diye bir şey diyemiyorum. Bunun bir nedenselliği yok, güdülenmiş gibiyim, hüzünleri, yaşamı, kurgulanmış Tanrı'yı anlatmak, farklı ya da beynimin algıladığı gibi yazmak istiyorum. Ben iyi bir insan olmak, iyi bir yaratık ya da tüm bu rahatsız edici sözlerin yanında, gerçekten de kendime hayran kalacak bir özellik bulabilmek için, gönül rahatlığıyla, ölebilmek için yazmak istiyorum. Bir kız çocuğu dünyaya getirerek, ona uzun bir mektup vermek adına... Fakat tüm kız çocuklarından uzun süre önce vazgeçtim. Her insanın geçmişindeki izlerinden kurtulamıyordum. Kalbimde sadece büyük ağırlıklar vardı, psikiyatriye mi gitmeliydim bilmiyordum, ne iyi geliyordu, ne kadar iyileşebilirdim, bunu hiç bilmiyorum ama sevgili az ama içinden rüzgarlar geçen, birini öperken gerçekten de koşmuşçasına, özlemişçesine öpebilen, okuyucum. Ben senin için bu kadar acı çekiyor ve anlatmak istiyorum. Sana bir masal anlatır gibi, üstünü battaniyeyle örtsem de yatağın altındaki pek çok acı verici, ölümden daha da unutulmayacak o anlar için yazmak istiyorum. Kendime kızdım, bana da kızdılar, sosyal medyada yazma artık diye.

Sosyal medyada yazmak ya da yazmamak meselesi.

Kendime uzun zamandır hayranlık duymuyorum. Bedenimde sevgiye ait zerre bir şey yok. Bu nasıl oldu, nasıl bir hayvana, acı çeken, üstüne tuz dökülmüş bir salyangoza dönüştüm bilmiyorum ama. Sevgi adına, hiçbir varlığa zerre bir şey hissetmiyorum. Bunu hissetmek için aldatır, dövülür, dişlerim dökülür, ısırılır, ağlatılır ve korkutulabilirdim. Birkaç insanın sözleri dışında yazma konusunda desteğim yok. Kanser hastasının ölümü kabullenişi gibi sanırım. Aklıma gelen cümleleri, fotoğrafla birleştirme sanatı diye uydurduğum bir şeyle başladım. Yazdım, 300 öykü ve 5000 fazla minimal deneme öyküler yazmışım. Değişen şey, daha da keskinleştirmek oldu sevgisizliği. Aşık olmak isterdim, uzun süredir kimseye hissetmediğim bir şey bu. Bu roman yazdırabilirdi. Aldatılabilirdim, bu da yazdırırdı, ölümler olsaydı defalarca, yalnız kalsaydım, yazabilirdim. Belki de bir yerlere giderek kendimi kapatmak gerekiyor. Para toplayıp, Şirince'de bir dağ evinde on günde bitirebileceğim bir roman. Bedenimi mi vermeliyim, pazarlamalı mıyım ruhumu şeytana bu roman için. Biterse kendimi diğer bir romana mı yoksa ölüme mi bırakmalıyım. Biriyle yürür gibi roman yazmayı isterdim. Çay içer gibi, çocukları izler gibi yazmayı isterdim o romanı. Tecavüz edilirken, çırpınır gibi yazmak isterdim romanımı...

Oğuz Atay'ın dediği gibi değil ama ; ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin acaba?

Ben de artık kendi yerimi yazma anlamında bulmak adına, biraz zaman sosyal medya etkinliklerime ara vereceğim.Roman yazmak için gitmek, gitmek, gitmek gerek. Belki o zaman insanlarla tanışır ve o karakteri bulur ya da kendim olurum. Olurum ve giderim buralardan. O gölün kenarında, kızımla yaşarım.

Varlığınıza Saygımla

Yazabilen Yaratık'tan.

1 yorum:

Sevdiklerimi Öldürmeden Önce Saat Kaçtı?

16:42 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Kokain içmeden ölmeyeceğim diye kendime o gece, evet o gece söz verdim. Bu sözü defterime yamuk yumuk yazarak not ettim. Hemen yan tarafına konan bir sineği izledim. Bembeyaz defterin etrafında bir şey arıyordu. Bizler gibi, belki para, belki mutluluk arıyordu. İşte, birkaç dakika o sineği sadece izleyerek, tüm insanlığı fark ettim. Bizim gibi, nereye gitmek istese aklı başından gidiyor, kendine dokunuyor, neresi bacağı, neresi eli pek anlamasam da, göz göze gelmekten kaçınıyordu. Bu beni rahatsız etmişti. Hayallerimi yazdığım deftere izin almadan, tıpkı annem gibi, tıpkı evleneceklerim ya da sevdiklerim gibi her konuda bana akıl vermeleri gibiydi. İstediği gibi hareket ediyordu. Herhangi bir emek göstermeden, yahu herhangi bir pencerede açık değildi. Tavana bakıyormuş gibi yaparak, gözlerimle onu kestikten sonra, sağ elimle defteri havaya kaldıracak sertlikle vurdum. İçime bir rahatlık geldi, elimi kaldırmadım, onun altındaydı. Biraz bekledim, kulak kesildim vızıltıya fakat yoktu. Elimi kaldırdıktan sonra kağıtta olmadığını görüp, elime baktım, dağılmıştı. Eli, yüzü, bacakları, karnı birbirine girmişti, artık kendinden kırmızımsı, siyahımsı bir iz bırakmıştı. O anda her şeyi anlıyordum. Sadece bir sağ el, bir sağ el onu bu hale getirmişti. Hemen elimi yıkamak için kendinden emin bir tavırla yürüdüm. Uzandım, aynada kendime baktığımda artık o eski kişi değildim. Demek ki, biraz sertlik istiyorlardı. Defterin o sayfasını da silmeliydim ve yeni bir başlık atmalıydım. Elimi iki kere yıkadım, sabunladım, duruladım, sonra yine aynaya baktım. İçimden dişlerimi de fırçalamak geldi. Tam bir temizlenme istiyordum. Duşa girmeli miydim bilemedim, hava soğuktu, duş alacak kadar iz bırakmamıştım oysa. Girsem ne yapacaktım, saçlarımı kurutmak zaman alacaktı, tekrar odaya gidecek, soyunacak, iç çamaşırımı seçecek, neye benzediğini bilmediğim bir hisle yine giyinmek için zaman harcayacaktım. Sağ elime baktım. Duşa girmeliydim.

Soyunduktan sonra ayaklarımı yıkamak için diğer ayak parmaklarımı kullandım. Tırnaklarıma uzun uzun baktım. Nasıl da yaşlanıyordum, tırnağın geçişlerindeki matlıktan fark etmiştim. Suyu sıcaklaştırdım, biraz soğuk suyla da dengeledim. Neden istediğimiz gibi bakmazdı su bilmiyorum. Hep bir ayarlamayla zaman geçerdi. Sanırım bu da sınıfsal bir şeyle alakalıydı. Kasıklarımı sıcak suyu dokundurunca, uykum geldi. Sağ elime bakınca kendime dokunmak istedim, araladım, biraz daha sıcaklaştırdıktan sonra vazgeçtim, özgürleşmek böyle bir şey değildi.

Fön makinasına karşı hepimiz çok ciddi bakış atarız. Benimkisi de böyle bir şeydi. Yine sağ elim gereken desteği bana sağlıyordu. Biraz yüz sıcaklığım geçtikten sonra hemen deftere tekrar baktım, güzelce temizlendiğini kontrol ettikten sonra, isimleri yazmaya başladım. İlk babama tecavüz ederek, onu ölüme sürükleyecektim, bu daha önceki bakışları ve üst komşunun küçük kızına karşı ilgisinin yakalanması içindi. O çocuk ne kadar üzülmüştür. Sonra annemi yazdım listeye, onun tüm bu sapkınlıklarını kabullenip hala ona yemek hazırladığını gördüğüm için, sevdiği patatesli köfte ile onu zehirlemek istiyorum. Arkasından iki yakın arkadaşımı öldürmek istiyorum, onları nasıl öldürecektim bilemiyorum, birini bıçaklamak istediğim kesin. Nefes nefese kalmıştım bunu yazarken, dışarıda biri kavga ediyor gibi geldi. Aslında kulağımda kulaklık vardı o anda, ama biri dışarıda kavga ediyor gibiydi. Gözlerim doldu bir anda, deftere yere attım, devamında sevgilimi de delirterek ve yalnızlaştırarak öldürecektim. Çünkü onun beynini bir kaya matkabıyla delemezdim, olmazdı bu, makina bunun için fazla masum kaldırdı. Ama dışarıda biri, bir kadın sanki dayak yiyordu. Hemen koştum pencereye, kimse yoktu, bir sokak lambası ve sisli hava vardı. Ama o anda kulağıma sesler gelmeye devam ediyordu. Pencereden izleyerek, sıradan bir sokak görüntüsüne karşı ağlayışlar ve orospu kelimelerini duymaya başladım. Birden bire koşmak isteği geldi, üç gün önce Zweig'ın kitabını bitirmiştim, bununla mı alakalıydı bilemiyorum ama durduramadım. Sokaktan dört kere geçtim, üç kere de mahalleyi turladım, nefes nefes kaldığım için ağlayamıyordum, kaldırıma oturdum.

Kaldırımda o sesleri dinledim, insanların gelip geçerken yollara bıraktığı seslerdi bunlar. Çocuk arkadan ağlıyordu, sesleri duyuyordum, sesler ve anılar kaybolmuyordu. Sinek sesi bile geldi, defalarca. Sanki sağ elim artık işlevini yitirmişti. Tokat sesiyle beraber yüzümü kapadım. Sadece ağlamak istiyordum, annemi de babamı da öldürememiştim. Sevdiğim de ölmemek için pek masumdu. Aldatamıyordum da, sanki her şey beni delirtecek kadar saklanmıştı. Asfalta tüküremeyecek kadar da aktivistim. Her şey üst üste gelmek için kurgulanır. Martı çoğu zaman yalnız uçtuğunu sanırmış. Ben de böyle defalarca geçtiğim yerde tek ben acı çektiğimi sanıyordum. Kaldırımdan gidemiyordum, kadın yere düştü, sesi geldi, kesik ve net bir kafa tası sesi yükseldi. İçimden bir ah kopacaktı ama o kadar şiir sevmiyordum. Ah kelimesini sadece sevişmenin sonunda seviyordum. Bitmesine yakın bir his veriyor. Ah sadece güzel olan bir şeye söylenmeli diye düşünüyorum. Ah küçük çocuk düştü, ah ne kadar güzel bir kitap. Kaldırımda daha ıslıklar duyuyorum. Daha fazla anne ağlamaları. Bu sokaktan defalarca geçtim. Sadece ben acı çektim sanıyordum. Anneler, kadınlar, kız çocukları ne kadar da çok kaldırımda acı çekmiş. Bir de peynir kelimesini söylemiş insanlar. Kadınlar ağlayınca daha fazla acı çekmiyordu kaldırım. Her insan için yeteri kadar ses hapsetmiş. Sadece sustum, sadece seslerin gitmesini istedim. Kadın yere düştükten sonra etrafına insanlar doluştu. Duyuyordum. Duyuyordum, insanlar kadının yüzündeki kanı temizlemek için su arıyordu. Kocası defalarca sokakta dövmüştü. Çocuk yanında, benim oturduğum kaldırımda, hemen iki adım yanımda, ağlıyordu. Ağladıkça saçlarını okşama isteği vardı. Kaldırımı ağlayarak sevdim, o ağladıkça annesi susuyordu. Annesine sarılamıyordu, daha önce annesine sarılmamıştı. O ne kadar sarılmayı önemsediyse, kimse ona sarılmamıştı. Sadece ağlamak geliyordu, sağ elimde sarıldım, uzandım kaldırıma, sadece o sussun istiyordum, bir ses duyuldu, düştü gözlüğü yere, üzerine basmamak için hareket etmedim. Biraz zaman sonra sustu. Ses verdim, söz ver dedim, bir daha kimsenin sarılmasını bekleme, bekleme diye çığlık atmak istedim. Duymayacaktı, vazgeçtim ama o sabah araba sesleriyle dolunca, anladım, gün bitmişti. Çocuk susmuştu, uyumuştu. Eve, üşümüş ve gözlerimin yeşilinin parlaklığını hissederek gittim. Saat baktım, ezan sesini bile duymadım, adamın bağırmalarından, çocuğun korkularından. Allah o gece, kaç imanlı kulunun duası için bu çocuğu unutmuştu! Saat 06,43'tü. Deftere tekrar baktım, sevdiğim kişiyi yazmaktan da vazgeçtim. Tüm herkesi silip sadece, 2041 sk. diye not aldım. Artık o sokaktan geçmemek adına, şehrimi değiştirdim. Şimdi, çocukların ağlamadığını sanıyorum...




0 yorum:

Erinyelerle Sevişirken

15:27 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Orestes'i öldürmeyi başaran,
Gecenin Kızları'na...

"Erinyalar veya ERINYES Yun. mit. Cehennem tanrılarından İntikam tanrıçaları. Bunlar Zeus ile Olympos tanrılarından önce bilinen en eski tanrılar arasında yer alır. Kronos ile Gece’nin kızlarıdır."


Birçok gece geçti, geceler geçtikçe içimde daha sessiz bir yer yarattığımı fark ettim. Bu ülkede olmayan bir sığınma odası, huzur evleri yaşlıları almayacaktı. Ben şimdiden nasıl, nereye gideceğimi bilmeden, bir çocuğun ve yaşlının sohbetinden zevk almaya çalışıyorum. Dün gece yine bir kitabı yarım bıraktım, bıraktıkça, beni arkamdan kovalar diye düşünüyorum. Yollar eskisi kadar gri, ağaçlar eskisi kadar kovuklu değil. Tüm görüntülerin hızlıca geçtiği anlarda, karakterlere de odaklanamıyorum. Sigara kullanmıyorum, kullanmak istedikçe bir başkasına benzeyecekmişim ve sabaha kadar sigara içip ağlayacakmışım gibi geliyor. Bir gün, bir ara, bir zaman aralığında bir şarkı dilime doldurmuştum, sabahları onunla kalmamak için daha geç yatıyordum. Geç yatınca her şey daha çabuk geçiyor belki de, en son ıslandığımda küçük bir çocuktum, yağmurlu gecede birkaç insanın görüntüsüne hayranlık hissediyordum.

Bir aralık tokat yemenin de zevkli tarafları olduğunu düşünmeye başladım. Manik dönemimde yazmanın aptallığını hatta korkaklığını yaşadım. Otobüs yeterince yeşil ve beyaz, yollarda kışları kimse olmuyor, sanki bir yolculuk yaparken bir başka dünyanın insanlarına bakıyordum. Elinde torbalar olmayan amcalar, yüzünde tebessüm olmayan genç çocuklar, kimsenin seviştiğine inanmadığım şehirde, yollarda taş toplayan belediye görevlileri vardı. Onları elimdeki bozuklukları sallarken izlemeye tercih ederdim fakat artık bize bir kart veriyorlar, onlarla, her şey elimizde, her şey bir anlık, hiç kaygı duymadan, güvence altında her şey, korkumda bir şeyin güvence altında olduğuna inandıktan sonra başlıyor, bu yüzden hiçbir romanın karakterini tanımadan okumak istiyorum, bana ondan bir şeyler bahsettikçe, sevdiğim, tanıdığım herkesin bir gün öleceğine inanıveriyorum. Daha büyümediğimi fark ediyorum, kimseden nasıl intikam alınır bunun sorgusu içerisindeyim. Her şeyde sorunun ben olduğumu söyleyen insanlar oldukça, dışarının hani şu pencerenin diğer tarafındaki dünyanın nasıl olabileceğini kurgulayamıyorum, Artık eskisinden daha gözlüklü ve suskunum, bir sorunum varsa bu başkasına ait olduğunu sanmalarından kaynaklı, uzun süredir yazmıyorum, kendimle nasıl intikam alıyorum. Çünkü güzel, başarılı, ve zeki biri değilim, bunların hepsini varmış gibi gösterdikçe, kendimden intikam alıyorum. Gecelerden sabahlara kadar öpüşen, sarılan uyuyan herkesten nefret ediyorum. Bazılarımız ne kadar yanyana olsak bile, olsak bile, işte, cümlelerin sonunu bırakıyorum, bile bile bırakıyorum, annem ölmüyor ve ben bu ülkeden de gidemiyorum, ben odamdan bile gidemiyorum. Gece olmasını ben isteseydim büyük ihtimalle olmayacaktı. Ben hala otobüsten dışarı baktıkça insanların yaşadığını ve ölmemek için direndiğini görüyorum. Keşke her mevsim bitkiler gibi ölebilseydik ve başka bir coğrafyada başkasını sevseydik, başkalarını da sevmemiz gerekiyor, bitkilerde aldatmak yok, doğada aldanma yok, korkarım ki, dinler doğadan daha saçma ve korkuluk kadar gereksiz yerlerde, kimse korkmuyor.

Geceleri intikam alabilmek için televizyonu açıp, sadece anlamamaya çalışıyorum, biliyorum, annemin dizleri eskisi kadar güzel değil, biliyorum benim de dizlerim daha çirkin olacak, ben ölmeyi başka ülkenin buzul kaplı dağlarının görüntüsüne tercih ediyorum, peki siz babanızdan daha çok sevecek bir köpek edinebildiniz mi? Ne turnam var ne de gönderilecek selamım, olsa olsa, kendimi bile bile, isteye isteye, inat ede ede inandırdığım insanların karın boşluğunu ısırmak isterdim.

0 yorum:

İyi Ki Beni Aldattın, Calimero.

16:07 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Uzun bir gece sonrasıydı. Musluğu defalarca açıp kapattım. İçeriye mi gitmeliyim, yoksa ne yapmalıydım. Eski bir buzdolabı olan yerdeydim ve karar veremiyordum. Her şey benim gitmemi söylüyordu. Sadece bir kez daha açtım ve hızla akan suyun sesinden sonra içime de böyle bir akma olduğunu fark ettim. Kapatmam gerekiyordu. Odaya hızla girdim. Sadece uyuyan bir kadın vardı, yatakta, kimdi, neydi, hangi üniversitede okuyordu, biliyordum. Bilmediğim şeyleri saklayan kadınlardan nefret etmişimdir. 

Nefret etmişimdir, sonrasında çıkan şeyler beni delirtir. Not açıklanmaları, gece haberleri ve Pazar günleri aslında sevmediğim kuzenlerimin geleceği gibi. Bunları hep sonradan öğrendim. Erkek olduğumu da sonradan öğrendim. Bunu nerede nasıl fark ettim, bilmiyordum. Saçlarım vardı, gözlerimi kapatmasını beğenirdim. Bir de beni seven bir anneannem vardı. Hiç sonrası olmayan bir sevgiydi bu. Bunu anne ve babamdan intikam almak için, fermuara kasıklarımı sıkıştırarak, iğdiş etmek isteyerek yapıyordum. Canım yanıyordu. İç çamaşırı neden giymiyordum bilmiyorum. Çocuktum diyedir ama sonrasında hep acıyı içimde hissediyordum. Aklım böyledir, musluğu açık bırakınca iyi hissediyordum. Tekrar koşarak mutfağa gittim. Nefes alış verişlerimi düzene sokmam lazımdı. Bu bir aşk hikayesi değil bu arada, hala okumaya devam ediyorsanız, söyleyeyim. Evet, fotoğrafta bir kadın tebessümü paylaştım. Hikayenin sonunda onunla nasıl karşılaştığımı size anlatacağım ama ilk önce şu musluktan akan suyun beni nasıl dinginleştirdiğini iyice anlayın istiyorum. Açtım, hava soğuktu, soğuk bir şehirde okuyordum. Evli değildim, evlenecek kadar seviyor muydum bilmiyorum ama musluğu kapadığımda sadece içeri koşarak girmek ve kapıyı kilitlemek istiyordum. Bunu başarmalıydım, nefesimi kontrol edemiyordum, hemen yakın arkadaşlarımdan birini aradım, kendisi bana yine bakire bir kızla yattığını, onun ilki olduğunu ve her zaman bu konuda her kadına destek olacağını söylüyordu. Sadece gülüyordum, sanki her şey sıradandı ve biz saçma bir erkek muhabbetiyle tüm feminist kadınlardan intikam alıyorduk. Kapattıktan sonra musluğu açtım, bir bardak su koydum. Beklettim, suyun beyazlığı kaybolduğunda, hemen içeri koştum.

Uyandırmak için saçlarını okşadım, çekik gözleri bana iyi geldiği için hemen bakamadım. Saçlarını yeni kestirmişti, bir kere de kısa yapmıştı, ensesinden öpmek bana iyi geliyordu. Kuş gibiydin, diyordum, calimero'yu severdim. Söylenişini severdim diye öyle hitap ediyordum onu kızdırmak için. Sevdiklerimi sevme şeklim onları kızdırmak üzerineydi. Neden böyleydi, ben kimseyle sakin bir anlaşma şeklim olmadı. Sevgimi bile, laf sokma üzerine kuruyordum. Saçlarını okşadım, yanına çekmeye çalışsa da hemen uzaklaştım, bacaklarının üzerine oturdum. Ayakları yorganın altındaydı, bir mavi çizgili şortu olmalıydı. Tebessüm ettim, gerçek bir tebessüm, uzun süredir kendimi bu kadar iyi hissetmiyordum. O da mavi lensli gözleriyle bana baktı. Bu yaptığım şeyi hayatın boyunca unutmayacaksın dedim, yine bir sürprizdi sanki. Bir gülüş kondurdu, dişleri küçüktü, şu süt dişlerindendi ondaki. Onun güldürmek her zaman beni mutlu etmişti. Hep sevdiklerimi güldürüp, onlarla sevişirken susardım. Onlar konuşur,sevgi sözcükleri söylerlerdi. Ben bunu sanki, bir görevmiş gibi yapardım. Kapılıp gidemezdim, annem kimseyi hamile bırakma diye çok tembihledi. 

Tokat sesinden sonra, duvara kafasını vurdukça, ben de kafasın vuruyordum. Aslında ikimizin yaptığı eylem aynıydı. O da kafasını vuruyordu, ben de onun kafasını. Ama bu hangimiz daha iyi yapıyorduk savaşı mıydı bilmiyorum. Bir çığlık koptu, ekmek keser gibiydi. Musluk sesi de yoktu, bu beni durdurmuyordu. Hiçbir bakire kızın ilk olmadım diyeydi. İlk olmak, musluk açmak kadar rahatlatmayacaktı beni. Biliyordum kadınların hemen ağlamasındaki acıyı. Annemi de çok gördüm. Annem babamı neden aldatmadı diye yıllarca düşündüm. O sıra birbirimize sarıldık ve kim daha fazla vuracak diye uğraşıyorduk.

Üçüncü kez beni aldatma sebebini konuşamayacak kadar yorgunduk. Yatağın üstünde durduk, insanlar korku dolu gözlerle bize bakarken, güldüm, büyük bir kahkaha attım. Suyu getirir misiniz dedim, evdekilere, koşarak getirdiler, ona uzattım. Sana ayırdım dedim, güldü o da , yüzümüz kıpkırmızı ve ağlamaktan yorulmuştuk. Sarılsak , hemen uykuya dalacaktık. Suyu bitirdikten sonra, insanların arasında, son kez sevişelim mi dedi, insanlar korku dolu yüzleri ne hale geldi bilmiyorum,arkam onlara dönüktü. Hayır, dedim. Sanki onu erkekliğimle, bana sahip olamamayla cezalandırıyordum. Sonrasında suyu koyar koymaz üzerime saldırdı ve omzumu ısırdı, ben de onun boynunu emdim ve kavgamız tekrar başladı. Nasıl öğrendiğimi konuşmadık, yorgunduk ve yataktan yere doğru kavga devam etti. Sırtımı eski, iki kapılı, üç gözlü dolaba sırtımı dayayarak, dinlendim ve o da dizlerime uzandı. Saçlarını okşayarak, bir şarkı fısıldadım. Eski, uyduruk bir şarkıydı sanırım. Sabah ailesi gelene kadar, o şarkıyı söylemek isterdim ama uyuyakaldım. Ailesi, neden birbirimizi ısırarak öldürmek istediğimizi sordu. Bakire olduğunu düşünen babasına, dini bütün annesi; kızımız orospu olmadan, alıp gidelim, diyebildi. Dünyanın en ağlanması gereken sözüydü. Üç gün, ağlayarak uyudum bu sözden sonra. Bir hafta da konuşmadım, kimseyle. Kedi bize bakıyordu. Eşyalar toplandı, ben ağlıyordum sonra musluğu açıp yüzümü yıkadım. Gittiler. O gün diğer ev arkadaşı yemek hazırladı ve sevişelim mi diye teklif etti. İyi geleceğini ve mutlu edebileceğini söyledi. O anda, pekala, dışarıdan ne istersin diye sordum. Bira alır mısın dedi, peki dedim.

Evden çıktığımda, Antalya'ya bilet aldım. İki saatlik yoldu. Antalya hep bana acı vermiştir. Ne zaman aldatılsam, ne zaman yerime biri sevilse, ne kadar bana acı verecek şeyi duyacaksam, hep Antalya ile alakalıdır. Bira almaya, üç saatlik yola çıktım. O anda uçağa binme isteği geldi. Yolda indim ve ilk uçağa bindim. Rüzgarı çok olan bir şehirde indim,bunlar beş saat içerisinde oldu. Sabaha karşı bir otele yerleştim. Uzun bir sahili olan şehirde, yürümeye başladım. Gece Tanrı'ya dua ettim. Beş seneme karşılık bana on sene sonrasına gün verdi. O günü yaşayacağımı söyledi. Bugün, o günden tam on sene sonraydı. Tek bir gün için beş sene önce ölmek aptalca bir anlaşmaydı. Faust okumamalıydım.

Taşların arasından, denizin fotoğrafını çeken bir kadınla karşılaştım. Bu onun tebessümü. On yıl önceki hikayeyle alakası ne diye sorarsanız. Onu da ilk böyle tebessüm etmesinden tanıdım. O gece ve sonraki gecelerde onun tebessümüne bakarak uyudum, Mastürbasyon yapmadım, inanın, cidden sevgiyle baktım fotoğrafına. Sanki, çocukken oyunlarımız aynı gibi. Hep böyle masalsı aşklar yüzünden, katiller ve saç dökülmeleri yarattım. Saçlarını saç eliyle alnından arkasına attı. Bana bakarken, sanki rüzgarla beraber içimden geçiyordu. O anı, durdurmak isterdim. Üzerine şiir yazmak istemeyeceğin ama bir romanın kahramanı olarak kaleme alacağın bir bakışı vardı. Hep böyle olurdu. İnsanları tanımadan böyle yükümlükler atfederdim onlara. Aslında hiçbir alakası bile yoktur belki. Duygusal biri değildim, on sene geçmişti. Yaşadığım çoğu şeyi unutmuş, sadece görüntüleri hatırlıyordum. Yanına gitmek istedim fakat yanında geçtim kadının. Fotoğraf çekmeye devam ediyordu. Dönüp, sevişelim mi dedim.

Hayır, demedim, içimden bu sözü söylemek de gelmiyordu. Ben onunla sevişsem ağlardım. Cidden, nedenini bilmiyorum. Ağlamak gülmek gibi bende sanırım. Neden seviniyorsam, hemen ağlamak geliyordu içimden. Yanına gidemedim. Çekingenimdir. Böyle kafamı esip yaptığım tek şey, gece yemekleridir. Çok severim, neyse konumuz bu değil. Tebessümünü bana, uyurken alnımı öpecek kadar içten biri olduğunu hissettirdi. Bu tebessüm, o tebessümün intikamıydı. Otel odasına gitmeden, tekrar geri döndüm, seni nasıldı, sadece bunu aklımla kurgulayamıyordum. Pardon, diye seslendim. Pardon, diye seslenmek benim ince ve naif biri olduğumun göstergesidir. Fidangör caddesine nasıl gidebilirim. Yüzünde ve gözlerindeki ciddi tavır, ilk baktığı andaki gibi değildi. Rahatsız etmiştim. Dolmuş geçiyor karşıdan, oradan gidebilirsiniz, diyebildi. Koskoca bir hayatın son cümlesi böyleydi. Belki de yazmaktan vazgeçtiğimin son cümlesi böyle olmalıydı. Kafka ya da Dostoyevski, Sartre'ın romanının son cümlesi gibi: Dolmuş geçiyor karşıdan...

Bu cümle ile sonlanacak bir mektup yazdım. Tebessümünü uzun uzun anlattım. Eksik olacak her şeyi tamamlayacak kadar güzelsin demedim, güzelsin hiç demem ben. Ben güzelsin kelimesi yerine, aslında güzel gülümsüyorsun dedim. Özür dilerim. Biliyorum başka bir kelime kullanarak, şairane yapmalıydım diye kendime kızdım ama olmadı. Bu sözcük, tebessüm kelimesinin sıfatıydı. Yoksa cümleyi tam anlamıyla, beş yaşındaki bir küçük evet küçük çocuğun sevgisini nasıl koyabilirdim. Tanrı seslendi o sıra, yağmur yağdı. Akşama tekrar o tarihe döneceğim diye, mektubuma devam ettim.

Mektupta bir cümlede; annem gibi bakıyorsun dedim. Sonra silemedim, silgim yoktu. Merkezden de uzaktı, üstüne de karalayamıyordum. Bu cümleye bir anlam yüklemek zorundaydım. Sonrasında zaten mektup eline geçmeyecek diye vazgeçtim. Annem benim yol arkadaşımdı, daha fazla acı çekmesin diye çabuk ölsün diye çok dua ettim, olmadı. Tebessümünü düşündüm yine dizinin üstünde duran, gri kazaklı kadının. Alt dudağında, yara izleri ya da tüyleri vardı. Bir şey vardı alt dudağında ama sevmiştim. İnsan sevdiği ve anlam veremediği şeye dokunmayı ister. Ben de mektuba bunu yazıp, kelimelerin üzerine dokundum. İsmini bile bilmeden, otel odasının lobisine bırakacaktım, otelde öldürmeyecektim kendimi. Sonunda, bu tebessümün, kızında da olsun yazdım. Bir daha başka bir tebessüm görmek istemediğim için, intihar etmeye o anda karar vermiştim. İntikamı böyle alacaktım. Beni aldatamayacaktı, onun için büyük sürprizler ya da acılı geceler geçirmeyecektim. Beni aldatmayacak, benim sevgimi yok etmeyecekti. O gülümseme acıya dönüşmeyecekti. Bir daha bana dolmuş karşıdan geçiyor diyemeyecekti. Mektubun sonunda, yaşadığım için beni affedin yazdım...

Otelden çıktım, bir gül satan kadın ve dilenci çocuğuyla karşılaştım. Para istediler, cebimdeki yüklü miktardaki para arasından bir bozukluk verdim. Pek beğenmedi. Sonrasında, ışıklarda durdum. Karşıdaki dolmuşa koşar gibi, o heyecanla ve aklımdaki tebessümle koştum. O anda göz ucumdaki arabanın yaklaşmasıyla öleceğimi anladım. Tek sorun, mektupta bana araba çarpacak, kusura bakmasın, suç bende dememiştim. Üzgünüm, diye düşünürken, sanki karahindiba çiceğine üfler gibi dağıldım, hem de hiç önemli olmayan bir çöpü, atar gibi dağıldım. O uzun saçlı, fotoğraf çeken kadının tebessümü bile unuttum, sadece aklımda, yere çarpmadan, oteldeki musluğu açık bırakmanın sevinci vardı.  




0 yorum:

Bay Kafka Ve Lal - PreRoman

16:44 Yazabilen Yaratık 0 Comments

     
                                         
BAY KAFKA VE LAL

-         Senin kardeşin olarak dünyaya gelmeyi ya da seni kendim doğurmuş olmayı isteyecek kadar çok seviyorum.
-      
       Siktir git bu evden.

Dedi.

Bunu söylerken de gözlerini benden hiç ayırmadı. Bu kadar kararlı olmasını hiçbir şeye bağlayamıyordum. Ondan güçlü değildim, ona saldıramazdım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sanırım sadece ayaklarını kapanıp yalvarmam gerekiyordu. Saat kaçtı? Mevsim neydi? Uzun zamandır neyi sevip sevmediğimi bile hiç bilemiyordum. Sadece ondan ayrılmak istemiyordum. Bu sözü yazabilmek için ondan aldığım kitapları okudum. Yazılar yazmaya karar verdim. Şiir yazmaya başladım, Türk şairlerin şiirleri bana çok duygusal ve rüzgarda zıplayarak koşan çocukların heyecanını verirdi. Ben bunları artık sevemiyordum. Sadece onu seviyordum, sadece onun sevdiklerini, sadece anlattıklarını, ağzımdan sadece, Son kez öpüşelim, yalvarırım, sözü çıkabilmişti. Beni kırmayacağını biliyordum. Sonra gideceğimi ve eşyalarımı zaten önceden topladığımı da çok iyi biliyordu. Bu evi ona bırakacağım konusunda da anlaşmıştık. Sadece onsuz kırklı yaşlarımın nasıl geçeceğini düşünemiyordum. Şimdi bana bu kadar aşık olunmaz diyeceksiniz, eski Alman romanlarındaki, kahraman romantik karakterlerden de değilim. Sadece herkesin sekizinci, dokuzuncu tercihi olabilecek bir bölümden mezun oldum. Sonrasında kitap okuyarak insanları etkileyeceğimin farkına vardım. Uzun süre okuduğum kitapların kapaklarını otobüste ve metroda insanların gözlerine soktum. Onlar da biraz eğilip göz atıp tekrar kafalarını çevirdiler. Anladığınızı sanıyorum, kendimi aynada pek sevmeyen biriyim, baktığım zaman aynaya sadece yalnız kalmamak için kendime katlandığım zamanlarım bile oldu. Bu yüzden onu kaybetmek de istemiyordum. İsteğimi sigara yakmadan önce kabul edeceğini ve içerken de bu evi terk etme sözü verip veremeyeceğimi sordu. Cevabı zaten biliyordu, sadece bir sözleşme için taraflar birbirine sözlü onay vermesi gerekiyordu.

Nasıl tanıştığımızı size anlatmak istiyorum fakat onu da öpmek istiyorum. Bu yüzden onu öpme isteğim, sizinle bu konuyu açmak ve kendimi övmeyi sona bırakmak istiyorum. Çünkü ona karşı tutkum normal değildi. Öncekiler gibi değildi. Farklı bakışı ve yüzündeki ben’in yeri bile tam istediğim gibiydi. Bu kadar rastlantı olamazdı. Onunla yan yana oturduğum otobüste ikimizde aynı kitabı okurken denk gelmemiz bizi buluşturan kadar diye nitelendirmiştim. Oysa Tanrı’ya da kadere de inanmam. O anda kaderi kullanmak istiyordum. İnsanları da kullanmayı bir zaman sonra çok sever oldum, inanmadığım şeylerde çoğunluğa göre hareket ederdim. Teke tek yakaladığımda ise zaten karşımdaki insanı kolaylıkla düşüncelerimi onaylatacağım için o zaman bahsederdim.
-         Daha bekleyecek misin?

Ona yaklaşırken sadece altında siyah ve kalçasının yarısını kaplayan bir iç çamaşır vardı. Yarısında lastik izi olmasını sevmediğim için, ona bile dikkat ediyordu. Bunu nasıl başarıyordu açıkçası bilmiyorum . Suratında yine o sevdiği bordoya yakın ruju ile karşımdaydı, ellerinde french ojeleri ve tırnaklarının ucunda sanki hayatımı anlatan bir romanın ilk cümlesi duruyordu. Ne kadar da kendimi düşürüyordum karşısında, sanki bunu bilerek yapıyordum. Onu ulaşılmaz yaptığım için her seferinde kendimi Shakespeare gibi hissediyordum. Belki de bunu bile hissetmiyordum. Önceden olsaydı, şu anda sinirle evi terk edip gitmiştim, suratımı günlerce asar, telefonlardan engeller, internette başka insanlarla konuşurdum.

Yaklaştığımda aklımdan ne geçiyordu bilmiyorum. Öpücüğünde tüm sevdiğim kadınlardan intikam alıyordum sanki. Hepsi karşımda beni izliyorlar ve kafalarını sağa sola çeviriyorlardı. Sevimsiz görünüyordum onların gözünde fakat bunu istiyordum. Sonrasında alt dudağının dudağımdan hızlıca geçişini hissettiriyordu. Dişiyle önceden olsa ısırır gibi yapardı, o anda ben de ayaklarını öpmeye eğilirdim. Dökülen saçlarımı severdi ve her şey sanki yeniden filizlenirdi. Adem elmayı yeme derdi, Havva ısırırdı, cennetten kovulurduk, sonra ben bir iş bulurdum, o ise kitapları ayırırdı, yemek yaparken birlikte Nietzsche okumayı seçerdik, Zerdüşt bugün yeşil mercimek yapmamızı buyurdu, dedikçe gülüşüm görünürdü. Bıyıklarımı kimse güldüğümü fark etmesin diye bu kadar uzatıp tüm edebiyattan intikam alıyordum aklımca. Cennet dediğimiz yer, insanın birbiriyle konuşmasıymış oysa. Saatlerce konuşmayı seçerdik, bunları sonra sadece cumartesi günleri yapmaya başladık, sonra iki haftada bir derken, sustuk.
Dudakları hala dudağımdaydı, sanırım birkaç saniyelik bir öpücüktü ama ben şu anda saatlerce anlatacak kadar hissettiğim yalanıyla yaşıyordum. Çünkü önceden uzun öpüşmelerimiz, az sevişmelerimiz olurdu. Erken boşalma sorunu yaşadığımdan değildi, sonrasında saçlarımı sevmesi,beni daha mutlu ederdi. Uyku sorunumu onun feministleri kıskandıracak mor ojeleriyle çözmüştüm. İnsanın hayatında, ruh eşi dediği insanlardandı. Bunu sol gözünde katarakt olan o falcı da demişti. Bir insanın eşcinsel taklidi yapması kadar inandırıcı olmayan o falda bundan bahsetmişti. Yakın zamanda eş ruhun seni bulacak, demişti. Ben de yine aynı fallar diyerek devam etmiştim. Bu geleceği daha çok yaşama duygum yüzünden çoğu zaman hata yaptığımı da düşünüyorum. Bu kadar düşündüğüm için saçın dökülmüştür, çok okuyorsun diye mi gözlük takıyorsun gibi soruları da sormamıştı. Belki de merakını benim fiziksel özelliklerime yaklaştırmayan insanları daha çok seviyordum. Çünkü karşımda bana benzer biri yoktu, aynadan bahsediyorum. Kendime baktığımda hızlı yaşlanmayı çocukluktan seçen ve arkeologların bile bulamayacağı umutlarını parka gömen bir çocuk duruyordu. İşte, onu gördüğüm zaman, tüm dünya çocuklarına sarılıyormuş gibi hissediyordum. Bir taraftan da ona “ Sen benim her şeyimsin.” diyecek kadar da özgüvenimi kaybetmemiştim.

Öpüşme düşündüğünden daha da kısa sürmüştü Bay Kafka’nın. Merhaba sevgili okuyucu, az önceki satırlardaki lafı uzatmaya seven arkadaş, birkaç saniye öpüşme sırasında sağ bileğini kesti ve şu anda son bir öpücük almak için kan akışıyla savaşıyor.

Size kendini acındırmak ve aklınızı bulandırmak için bunu yaptı. Çünkü bileğini kesmek için algınızı dağıtmak istiyordu. Öpüşme konusunda isteksiz olan Lal ise, son isteğini gerçekleştirmek adına bunu yaptı. İntihar etmenin melodramatik halini yapmak istemişti, bunu tasarlamıştı, zaten ayrılacaklarını biliyordu ve son kozu olarak söze başlarken ki ilk cümleyi bir kitaptan aldığını ya da değiştirdiğini düşünüyorum. Bileğinden akan kanlar artık onu ayakta tutacak kadar sıcak değildi. Gözlerini yavaşça yumdu, öpücükten sonra Lal, üzerini değiştirmek için elbise dolabına yaklaştı. Açık olan elbise dolabından en son yeni aldığı bir trençkotu koymuştu. Rengi istediği gibiydi ve ucuza satın almıştı. Bunun mutluluğunu bugün hiçbir şey bozamayacağını söylemişti. Belki de bu yüzden Bay Kafka’nın bileğini kesmesine tepki göstermemişti.

Üstündekileri çıkarmak için ayna karşısına geçti. İlk önce üzerindeki salıncak illüstrasyonlu tişörtünü çıkardı ve mavi askının içine yerleştirdi. Bu arada ağzına Pink Martini adlı gruptan bir parça takılmıştı, sadece mırıldanıyordu. Mavi fırfırlı eteğini ve beyaz külotlu çorabını önceden çıkarmıştı, çünkü kendisini öyle görmek istiyordu. İntihar öncesi son hayata tutunuşları olacağı için Bay Kafka’nın buna da olumlu yanıt vermişti. İç çamaşırını çıkardığında biraz kan geldiğini fark etti. Zaten tüm gerginlik pms sendromunun yüzündendi. Adet gününden önce olan şişkinlikler ve gerilmelere hala alışamamıştı. Ped almaya da alışmamıştı. Tüm aksilikler üst üste geliyordu. Lal, bu durumda hemen sigara yakmayı öğrenmişti. Tuvalete hızlıca koştu ve peçeteleri toplayıp kasığının içine yerleştirdi. Bu biraz idare edecektir, diyerek zaman kazanmıştı. Sigarasını çantasından alıp, bu sefer mutfağa koştu. Tedirgin olduğu zamanlardan odadan odaya koşmayı, gezmeyi severdi. Mutfaktan da kibriti alıp, yaktı, kokusunu içine çekti. Çocukluktan beri çok severdi. Kokular haricinde geçmiş hakkında herhangi bir şey hatırlamıyordu sanki. Bay Kafka yerde yatıyordu. Yanına geldi, kontrol etti ve “ Daha ölmemiş” dedi. Bunu nefes alışverişlerinden değil, burnuna tuttuğu ateşin sönmesiyle fark etti. Elbise dolabından puantiyeli tuniğini aldı, altına da fileli eteğini aldı. Tunikte beyaz bir yaka da vardı, her zaman giymeyi istediği elbiselere artık sahip olmanın tebessümü yüzüne vurmuştu. Aynadan sigara tutuşuna baktı. Üniversite zamanından bir arkadaşının içme stilini denedi ve çok hoşuna gitmişti. İçerken küçük parmağını diğerlerinden ayırarak kendine özgü bir şekil vermişti. Bu duruma güldü, kahkaha atacakmış gibi oldu ama utandı, dudağına sürdüğü rujun izi dişlerine bulaşmıştı.  Gözüne kalem çekmek için çekmeceden makyaj malzemelerini çıkardı. Hepsini koklayacak zamanı yoktu. Siyah bir göz kalemi, rimel derken, makyajını tamamladı. O arada sigarasına bulaşan ruh izine takıldı. Dakikalarca bakmayı istiyordu aslında, eline, bedenine göre büyük göğüslerine, kalçasının beline uygun haline, dişlerinin büyük ve dudaklarının etli oluşuna, gözlerinin çekik ve beyaz tenli olmasına. Sanki modern dönemin Roma mitolojisindeki Venüs’tü. O kendini aslında intikam perileri Erinyalar olarak görüyordu. Hiçbir şeyi unutmuyordu, bedenine, ruhuna yapılan çoğu şeyin intikamını başkasından almaya çalışmakla zamanını geçiriyordu. Sonra yerde halıya bulaşan kanı fark etti. Gözleri büyüdü, göz rengi herkeste olan göz rengine benziyordu, sadece biraz büyüktü, aslında birazdan daha çok büyüktü göz bebekleri. Sanki Japon animelerindeki kadın karakterlerinden biriydi. Japonca bilmezdi ama hayatın bir anime tarafının da olduğunu ve bunun ancak uzak doğuluların görebildiğini düşünenlerdendi.

Kan izlerini takip etti. Sigarası bitmişti ve çoktan tırnağıyla kül tablasında ezmişti. Bay Kafka’nın bileğine baktı ve çığlık atarak yanına koştu. İmdat sesleri arasında onu kaldırmaya çalışıyordu. Göbeğinin biraz açık olduğunu ve dışarı çıkan nefret ettiği göbek deliği kılları akan kanın üzerinde kağıttan bir gemi gibi geziyordu. Çığlıklar ve gözyaşı arasında boğulan Lal, Bay Kafka’nın gece yeme alışkanlığını sonlandırdığı için mutluydu. Sırtına almaya çalıştığında, çenesi koltuğa çarpan Bay Kafka hiçbir tepki göstermedi. Kapıya kadar taşıdıktan sonra zil çaldı. Ağlayışlarına komşuların yardıma koştuğunu düşündü. Kapıyı açar açmaz, Bay Kafka, başının arkasını kapı eşiğine çarptı, sanki anahtarı bulduktan sonra yere atılan bir çanta gibiydi. Karşısında omzunda on dokuz litrelik damacanayı tutan görevli vardı. Su getirmiştim, dedi ve yutkundu görevli. Hemen boşu getiriyorum diyerek mutfağa koştu. Bir saat öncesinde suyun bittiğini fark edip söylediğinde bu kadar geç geleceğini tahmin edememişti. Çay yapacaktı oysa, kahve bile içemeden güne başlamanın etkisi diye bir şey olmadığını yıllar sonra anlayan Lal, evinizde paralı su var mı, diye soran insanları antipatik bulurdu. Bazı sözcük öbeklerini sevmezdi, bazılarını da defalarca tekrarlardı. “ Müptezel” ya da “ Hissikablelvuku” gibi sözcükleri çok severdi ama yazılışları konusunda dakikalarca düşünürdü. Birkaç harfin yan yana gelmesinde bir hata olduğunu düşünse de yazılışları doğru olurdu. Peki, neden dakikalarca sanki ilk defa görmüş gibi hata arıyordu, bunu sorgularken yanından geçen kediyi sevdi ve bu sorguyu sonlandırdı.

Boş damacanayı getirdikten sonra paranın üstünü veren görevli, yerdeki Bay Kafka’ya bakmamak için doğalgaz sayacının ne kadar yaktığını, rakamları aklında tutabilecek mi bakalım gibi kendince zeka oyunları yapıyordu. Görevli parayı aldıktan sonra hızla apartmanı terk etti. Zaten kot 1 dairede yaşadıkları için, uzaklaşması çok zaman almadı. Çığlık ve gözyaşı tekrar başladı. Sesi gittikçe boğuk bir halde duyulmaya başladı. Bay Kafka’yı kucağına almaya çalışırken külotlu çorap, bacak arasından başlayarak yırtılmaya başladı. Sakın, sakın diye sinirlenerek, “şimdi kanamanın zamanı değil” gibi garip bir tepki verdi.


15. Eylül 2008
Saat – 19:21

21 Ekim 2018’de kendimi öldürmeyi planlıyorum. Bay Kafka adlı mahlasla yazı yazmaya başladım. İlk başta eğlenceli yazılar yazarken, hayata karşı bir duruşum olması gerektiğini fark ettim. Bir gün ölürsem adlı öykümü yazdığımda fark ettim. Hiçbir zaman bir mirasım olmayacak, zaten ölmeye yakın olduğumu fark ettiğiniz zaman kitaplığıma bakmanızı tavsiye ederim, büyük ihtimalle bütün kitapları satıp, şehirlerarası yolculuklara çıkacağım, göl kenarlarında oturduktan sonra iki şehirden birisinde hayatıma son vereceğim. Bunlardan biri soğuk, birisi de en sıcak şehirlerden biri olacaktır diye düşünüyorum.

Ölümümdeki etkisi olan üç insandan bahsetmek istiyorum. Şu anda biri hayatımda ve sanıyorum ki ondan sonra kimse hayatıma girmesine izin vermeyeceğim. Onların isimlerini vermek istemiyorum. Benim onlara verdiğim isimlerden yola çıkarak onları bulacağınızı biliyorum. Birincisi İstanbul’da yaşamakta, Çehov dövmeli kız olarak onu adlandırdım, sağ elinde Rusça Çehov yazan bir dövmeyle yaşamakta, ondan bahsettiğimde Ç olarak söze devam edeceğim, bir diğeri ise, Shizuka adındaki bir oyuncak bebek olarak nitelendirdim. Son ve şu anda hayatıma son vermeme kararı aldığım Mona Rosa adlı şiiri çok seven kadın olarak bahsetmek istiyorum. Mona Rosa, benim hayatımı alt üst etmesine izin verdiğimde çok küçüktüm. Ona bakarken benim kurtarıcım olduğunu düşünüyordum. İsa gibiydi, ben ise Tanrı’nın sözlerini insanlığa aktaramayan Musa’ydım. İçime kapandıkça o daha mutlu olduğunu fark ediyordum. Şu anda hayatımdan ne zaman gidecek diye bekliyorum. Ben kimseden ayrılamadığım için, benden nefret etmesini sağlıyorum. Bu yüzden fotoğraflardaki sırtı dönük kadınların bir gün beni seveceğine inanarak çocukluğumu geçirmiştim. Ölümüm, sizleri özgürleştirecek diye düşünüyorum. Beni on senede unutacaksınız ve ben de size kendimi hatırlatmak için bu mektubu ölmeden önce cebimde taşıyacağım. Siz beni öldürdünüz, beni sevme tarzınız beni öldürdü, beni inandırdığınız sevgi sözlerinin sadece bana ait olduğunu düşünmem beni öldürdü. Kısacası, sizin en mutsuz zamanlarınızda sizi mutlu etmek için Tanrı tarafından gönderilen melek olduğumu sanıyordum, palyaçonun korkunç olduğunu büyüdükçe öğrendim. Öldüğümü öğrendiniz, ölü bir adamla zamanında uyudunuz, ona baktınız, sırtınızı döndünüz, ona gülüp, seni seviyorum dediniz. Şimdi, bu mektubu okuduğunuz gece sadece beni düşüneceksiniz, ben de sizden yılların acısının intikamını alacağım.


II.

0 yorum:

Tiyatro ve Taciz Notları : Ayak Feministleri'ne

01:25 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Bir Tiyatro Mezunu'nun Tutti Frutti Kızına Dönüş Hikayesi


adlı bir yazı okumayı düşlüyorsanız, üzgünüm, burası yeri değil.


Tiyatro, taklit ile doğdu. İlkel insanlar, avlanmayı, ölüm törenlerini taklit ettiler sonrasında toplum geliştikçe bu sanat halini aldı. Bu zaman sürecinde eril zihniyet, kültürü insanlığın önüne koydu ve artık eril sistemin dişlilerinden oldu tiyatro.

Hocalarımdan bir tanesi sahne üzerinde ; "Tiyatro faşist bir sanattır bebeeem" derdi. Benim uğruna dört yılımı vereceğim, sonrasında hayatımın odak noktası yapacağım sanat, devrimci sanıyordum. Antik Yunan'dan itibaren sahneye çıkanlar, Ortaçağ'da sahneye çıkan fahişelerden ne farkımız vardı günümüzde. Bu süreç içerisinde, gerçekten de çoğu metinde kadın sorunu odak olsa da, tamamen eril bir dil vardı. Dilin değişmesi gerek diye düşündüm. Kendi dilim, toplumun dili, sanatın dili. Dil ile başlardı, dil ile varlığını sürdürdü. Shakespeare vardı, Moliere, peki kadınlar yazacak bir şey bulamıyor muydu? Virginia Woolf dedi ki; kendimize ait oda gerek. Odalarımız da oldu. Anlatacaklarımız yine faşizme mi dokunacaktı. Biz hani, insanlara sağ duyusunu anımsatacaktık.

Okulların kısmı faşist eğitiminin yanını sıra kadın akademisyenlerin de sisteme bağlılığını görmüştüm. Bu süreçten sonra Kadın Çalışmaları eğitimi almak istedim. Metinleri tekrardan ele alıp, günümüze toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine düzenleyebilir miydim? Faşizmi, hümanist ve feminist çerçeveye çekebilir miydim? Fakat Semih ve Nuriye kadar aç kalamayacaktım. Yaşamımı sürdürmek için bu alanda, eril cinsiyetini fark etmeyen çocuklarla cinsiyet eşitliği göz ettiğim oyunlar çalıştım. Kadınlar, Cadılar, Prensler ve gündelik işlerin ortaklığını anlattım. Çalıştım. Faşist değildim, çocuktum onlar kadar. 

Bu süreçte işi pazarlaman gerekiyor. Bu yüzden tiyatroyu sahiplenen, pek çok sözde sanatçı ile diyaloğa geçtim. Sanırım Tiyatro ve Taciz, Travma arasındaki 3 T teoremini şimdi fark ettim. İlk konuşmada "ne kadar güzelsin" , "kiraz dalı gibisin" , " senin gibi kadınlar tiyatroya gerek " , hatta ünlü oyun yazarları " sen beni ararsan oyunumu ücretsiz sahnelemene izin veririm " Peki bu insanlar neden kadın olduğum için özel bir ilgi bekliyorlardı. Sonra bu durumu, kendi alanımdaki "kadın çalışmaları" bölümü arkadaşlarıma paylaştım. Temmuz ayının sonu, pek sıcak, hepsi tatilde, bazıları fasulye kırıyor, bazıları instagram'da hikaye paylaşıyordu. Herkes ayak feministiydi.  Ben bu konuda neler yapabilirim diyebildim. Sonra insan anlıyor ki; yalnızsın! Bir savaş vereceksen, insanları sen toplayacaksın. 

Bu sanatçıların hepsi sosyal demokrat, anarşist ya da iktidara sözü olan insanlar... Kadın cinayetlerinde en önde, mor bayrakları, Özgecan, Çilem, 5 Aralık, Kahrolsun Erkek zihniyeti, Çiçek Babandır, Erkeklik böyleyse biz erkek değiliz gibi dövizlerle yükselen kalın sesleriyle göğü delen erkekler...

Dehşete düşüyorsun fakat bu hep böyleydi. Kadın ise, yükselmek istiyorsan, birinci asistan olmak, yönetmen olmak, faşist sanatta sen de yer almak istiyorsan, bir şekilde tanıdığın da yoksa, insanlardan tiyatro sahnelemek için güzel metinler ararken kendi bedenini ortaya koyman gerekiyor. Kaç kadın, bunu yaşadı dedim. Hatta İzmir Devlet Tiyatrosu'nda bir yönetmenin Amerika'da okuttuğu kızına, "oyuncu olmayacaksın, yönetmene vermek mi istiyorsun," demişti. 

Kiraz dalı değilim, herhangi bir meyve ile tanımlayacak bir görünüşüm yok. Sadece bu ülkede tiyatro üzerine çalışan, biriyim. Kadın, erkek olmak ayrıştırıcılığı olmadan. Sevgili muhafazakar olmayan ama erkekliğini insanlar arasında bastıran insanlar. Profeminist, aktivistlik saklambacı, sosyal medya tacizlerinizi örtmüyor. Olmak ya da olmamak, en büyük mesele bu diyen Shakespeare'e karşı aklıma gelen "Acaba hiç kendim olmuş muydum? Hiç kendimiz olduk mu? Görevlerin birlikte götürülmediği bir yerim oldu mu hiç?" diyor Adalet oldu. Hiç erkekliğinizin olmadığı bir yerde tiyatro ile ilgileniyor musunuz?

Tiyatro, taklit ile doğdu...

0 yorum:

Kadın Babam.

12:28 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Geceleri hep geç uyumamı kuşları izlemeye borçluyum. Bilirsiniz, tecavüz sonrası doğdum, yaşama böyle adım attım. Babam, bu ülkede karısını döven, aldatan ve pek çok sevimsiz şeyi yapan bir orospu çocuğuydu. Babalar gününde ellerimle yaptığım uçakla pilot olacağımı ona anlatmak isterken, pek çok kez dayak yedim. Ben çocukluk hiç bitmeyecek sanıyordum. Müebbet hapis gibi olacak ve arkadan hep aksak, ritmi bozuk, duygusal şarkılar çalacak gibi geliyordu. Bu süreç içerisinde hayatımda en çok korktuğum insan oydu. Elinde muazzam bir güç vardı. Her şeyi parçalıyor, yakıyor, kimseye karşı herhangi bir çekincesi yok sanıyordum. Hiç büyümeyeceğimi bildiğim için bunlardan nasıl kaçacağımı düşledim. Başka bir dünya yaratmayı nasıl becerecektim. Nasıl baba olacaktım, erkekliği nasıl yıkacak, annemin yediği dayakları, içine aldığı penisi nasıl kökünden kesecektim. Babalığa nasıl son verecektim. Bunları düşünürken, karınca duası asılı olurdu kapıda. Hep umutla güzel şeyler gelecek sanarak, çocukluğumu babamla yaşayamadım. Kendi dünyamda birileri yaratarak, kimsesizliğin dünyadaki en büyük babalık olduğunu fark ettim. Sonra arkasından Lal geldi, onu yarattım, iyi bir baba olacağımı düşünerek, kadın duygusallığıyla, yeri gelince belimi kapatarak, yeri geldiğinde sığındığım, saklandığım kadınlığın, içinde mutsuzluğa inanarak. Böyle geçti yıllar, 30 babalar günü geçirdim hayatımda. Hala ne anneyim, ne babayım. Tüm bu babalık zırvasını, Türkiye'de tecavüzle, kadın ölümleriyle, şiddetle, kurallarla, iş önceliği ve pek çok kalitesizlikle yaşadım. Herkesin babası özeldir. Bazıları ölüdür, bazılarının yeri belli değildir. Babalar, tam bir orospu çocuğudur özünde. Siz sadece size ayrılan zamanı gördüğünüz için böyle sevdiniz. Üzgünüm, ben pek çok babayla yattım, pek çok babadan geçtim. Bu yüzden, şairane sözlerle öven Can Yücel'den, İsa'nın babasına kadar hepsinin zulmünü yaşamamak için baba olmamaya karar verdim. Baba olunca anlarsın, anne olunca hissedersin gibi şeyler yüzünden, kimsesizliğe daha güçlü sarıldım. Vajinası parçalanmış anneler, kumandayı mastürbasyon tutar gibi tutan babalar. Her türlü iktidara hayran kadınlar, anneler, kızları, oğlanları, ekonomik güçlülükleri. Bu kandırmaca ile yaşamımız devam ederken, babasız evlerin nefesini soludum. Kadın gibi bir baba olmak için toplumsal cinsiyet okudum, feminist oldum, pek çok renge, ırka, ayrımcılığa karşı gelmek için kendimi adadım. Sözlerimde kadın ya da erkek olmayı toptan yok ettim. Şimdi mezarımda yazılacak sözü arayarak, kadın gibi bir babanın hikayesini yazdım. Kadın gibi neyse, erkek gibi neyse işte. 

Her sevişmeden sonra erkeklikten nefret edip, evde hamamböceği arayıp öldürüyordum. Bu ülkede çocuklara tecavüz edip, çocukların hakkını ölümle, şiddetle çözmeye çalışan babalar varken, günler her daim kutlu olacak. Anlamsızlıkla babalarımızın iktidarını alkışlayacağız. İsa'dan sonra her salı regl oluyorum.


0 yorum:

Evli Werther'in Acıları

14:30 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Seviştikten sonra ıslak mendil aramaya başladım. Belimize kadar soyunmuş ve büyük bir uğraş veriyorduk. İkimizde titremeden sonra uzun süre birbirimizin hareketsizliği sinsice izledik. Hangimiz daha yorgun ise ona göre daha çok zevk aldığını bildirecekti. Bu sessiz ama bir o kadar da gizli bir anlaşmaydı, çoğumuzun Tanrı ile yaptığı gibi. Bu yüzden dünyaya geldik, kısa bir soruya cevap verdik, nasıl alırsın sorusuydu bu Tanrı'nın. Bunun üzerine tüm yaşamımızı dengeleyecek bir anlaşmaya söylem yarattık.

Biraz esse. 

Böyle söylemiş olmalıydım, çünkü zaten durduğum yerde rüzgar esmesine imkan yoktu. Odanın her yanı kapalıydı, duvarlarda nefes alacak alanlar yerine, canımızın istediği zaman açabildiğimiz pencereler yaratıp, onları özgürlük kıldık. Ben bunun yerine sadece bir ıslak mendile ihtiyacım vardı. Yavaşça çözülmüş gibi konuşmaya başladık," duşa gireyim, dışarıdan yemek mi söylesek, saati kurdun mu?" gibi birbirinin üzerine atılan suallerle devam etmek yerine ben bu sefer, bir başka sorunsalımızı dile getirdim.

Islak mendil nerede? 

Bu yüzden yavaşça ve biraz da panikle birbirimizi kontrol edercesine kalktık. Yatağın altına baktık ama bir şekilde vücudumuzdan beyazlıkların akmasını önlemeliydik. Bunu yapabilmek için ise hareket etmemiz gerekiyordu. Bunu yapamazdık yoksa ellerimizi açarak, içine damlayacaktı. Bunu zaten yapsaydık neden beraber olurduk diye düşündük ve kuralladık bunu. Avuçlarımızı kendi ihtiyaçlarımız için açmayacaktık, sanki şimdi çok farklı yapıyoruz da. Yatağın üstüne basmak yerine, sırtımdan destek kurtulmaya çalışıyordum. Gözü üzerimdeydi. Bir Nazi subayı gibiydi, sanki birazdan biraz daha damlasa hayatımın sonu olacak, belki de kalkar kalkmaz hızlıca kendimi banyoya kilitlemeliydim. En azından hayatımın mahkum olma sürecini içeride yaşardım. Bunu yapacak cesaretim yoktu. Karşımda hareketsiz duruyordu. Damlaları izlercesine kasıklarımda, onları yere damlatmamak için yavaş hareketler ediyordum. Sırtım ve kalçamdan destek ala ala ilerledim. Bir zaman sonra gözlerindeki tehlike büyüdü ve sen bulacaksın ıslak mendili, ben yürüyemem şimdi dedi. Bu görevde bana kalmıştı, büyük bir panik içindeydim.

Zaman geçtikçe yataktan ayrılsam da beyazlıklar yavaş yavaş şeffaflaşmaya başladı. Bu tam bir felaketti, büyük bir tehlike anlatabildim mi? O anda her şey daha akışkan ve sert olacaktı. Düştüğü yerde beyazlaşacaktı. Kuruyacaktı, derinin üzerinden çıkarmak adına, lif kullanacaktık. Islak mendili bulmak için yavaşça yere yakın kalkmaya başladım. Aktığını fark ettim, ayaklarımla kasığımın birleştiği noktadan, sanki bir bahçede huzur bulmak gibi ve o bahçede sadece her şeyin, bir başka şeyden uzak olduğunu düşündüğümüz andaki rahatlık gibi, akmaya başladı. Artık bana arkasını dönmüştü partnerim, Biliyordu, düştüğü yer beyazlaşacak, ruhumuza damlayan bir kar gibi, ıslak mendili bulamayan bir yeteneksizin öcünü alacaktı. Yürürken nefes nefeseydim, Akmaya başladıkça zevk aldığım bir şey haline dönüştü, ilerledikçe ben daha da eğiliyordum. Sanki bir oyunda belden kırar gibi, herkesin alkışını alacaktım ve biramı yudumlayacaktım. Burası Oktoberfest değil dostum diyen Hitler vardı. Nefesini derince aldı, sütyenin izleri bulunan meme altını kaşıdı. Sonrasında sigarasını yaktı ve döndü. Ben ona göre komik bana göre dünyanın en acınası insanının çaresizliği diye adlandıracağım yürüyüşle, banyoya gittim. Islak mendili bulmak için, beyaz sabun kokan dolabı açtım. Artık ayak bileklerime kadar akmıştı. İçeriden "Heil" diye bağırmayan, vereceği her erkeğe istediği an bunu söyleten kadının, nefes çekişleri geliyordu. Artık ayaklarımın üzerine akması için sağ ayağımı kaldırdım, kavis yapması adına da sola doğru bir bükme ile yol değiştirmesini sağladım. Tek ayağımı kaldırdım. Islak mendili tek ayakta ararken, bulabilmek için, gözlerimi değil, tamamen içgüdüsel karanlıktaki hislerimle buldum. Açması için yardım edecek kimse yoktu, bu zor görevi tek başıma başarmalıydım. Şimdi ayağımı kaldırdığım anda önceden iz bıraktığım bacağıma bir soğukluk geldi. Eğilip, ayağımın üzerinde biriken, spermimi sildim. Sonrasında aynı mendilin tarafı ile yukarıya doğru temizledim. Sanki içime umutlar doluyordu. Her şeyin daha iyi olacağı ve güneşin ışığının umudunu yüreğimde hissedeceğim o anı yaşadım. Serin, diğerinden çok çok farklı bir ıslaklık. Sonra aynı ayağımın ucuyla çöp kutusuna bastım. Islak mendili içine attım. Seviştiğim kadın, işemek için oturdu. Bir dakikadan az bir şekilde konsantre halde işedi. O tuvalet kağıdını aldı, basit bir silme eylemi ile sildi, o da sağ ayağını kullanıp, açtı, çöpe attı. Demek ki, bütün emekler sağ ayağımızı geliştirmek içindi. Dediğim gibi, o kuru olanı kullandı ve biraz zaman sonra, gerçekten de sıradanmış gibi, çöpe attı. Işığı açık bırakmadı. 

0 yorum:

İzmir Onur Yürüyüşü'nde Oturdum, Ağladım.

13:03 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Heteroseksüelim. Bu bir ayıp değil. Queer'e ve Lgbti'ye inanıyorum, haklarını savunuyorum. Bu da ayıp değil. Heteroseksüelim fakat bunun acısını derinden yaşıyorum. Bu ayıp işte.

İzmir'in havasını çoğu zaman sevmişimdir. Öğlenin yakıcı güneşinden sonra havanın İzlanda kadar gri olmasını seviyordum. Çocukluğum da böyle oldu. Bir anda açılan ve kapanan havalarda kendimi hep mutlu hissettim. Bugün yürüyüşe ilk defa katıldım. Rengarenk ruha sahip olduğumu düşünüyordum. Sanata olan ilgim, müzikle de kulağımda perçinlenmiş oldu. Bugün neden bu kadar aklımda garip bir heyecan vardı. Utandığım omzu açık tişörtümü giydim, üzerine uzun zamandır giymediğim kadar açık giyindim. Sanki o alanda her şey bana kucak açacak gibiydi. Bir babanın baskısı ile büyümüştüm. Eşcinsel olamadım, biseksüel de olamadım. Benim ancak olabildiğim şey, heteroseksüellikti. Ben bunun baskısını gördüğümü, okul zamanımda fark ettim. Dokunursam ve uzun sarılırsam, acayip karşılanacaktım. Bu yüzden kimseye yakın olmadan, yakın arkadaş olmam gerekiyordu. Ben de böyle büyüdüm, herkesten uzak, bir zaman sonra herkes sarılınca, benim onlara karşı ilgim olmadı. Kısacası bu garip bir dengeydi. Gelişi güzel erk üzerimize yağmurunu döküyordu, biz de ona göre bir yola giriyorduk.

Ailemin büyükleri, vücudumdaki değişimlere, orospu mu olacaksın, sen ibne misin, belini ört, sen erkeksin, sırtını kapat sen kadınsın, evlendirelim seni, erken boşalma tamam mı, iyi siktin mi karıyı, gibi söylemlerle üzerime geliniyordu. Bir şeyi iyi yapabilmek ya da bir kadını - erkeği tatmin edebilmenin övünülecek tarafıyla savaşmak zorundaydım. Erkek adamsın denildi, güçlü olmalısın, evini korumalısın. Ben ev korumak ya da güçlü olmak istemiyordum. Kadınsın, güçsüz olmalısın, kendini muhtaç hissetmelisin, bunu da yapacak değildim. Ben sadece kendimce, özgürce, estetik hazlar ve sanat ile kendimi var etmek istiyordum. Tüm renkleri tek tek üzerimden almaya başladıklarında felsefecilerle, karşı söylem yaratmak için edebiyatçılarla tanıştım. Nietzsche, Sartre, Kafka, Kierkegaard derken, kendimi bir şey haline getirdim. Metroda kendi yansımamı gördükçe, ağlayasım geliyordu. Bedenim bir başkasının etkisiyle, ruhum ise bir başka savaşım içerisindeydi. Ben heteroseksüeldim fakat özgür değildim. Benim gibiler yoktu. Benim gibiler, heteroluğunu kanıtlamak için defalarca hüküm altında yaşadıklarını ve mutlu olduklarını görmüyorlardı. Bu kadar sıkışmışlık içerisinde hiçbir yere dahil değildim. Metrodan indim, birbirimize benzer renkler altında, selamlaşmıyorduk bile. Artık bugün nedense bugün, rüzgarın değişimi gibi bana da iyi geldi. Herkesin rengarenk olduğu yere gittim. Ben tek düzeydim, eşcinseller gülümsüyor, lezbiyenlerin kısa saçlarına dokunarak öpüşüyorlardı. Ben ise oradaki bir parkın bankında elimde Postu Modern Kırmızı Tilki adlı kitabı kendime koruma altına alarak ağlıyordum. İnsanlar o kadar güçlü bir şekilde birlikte olduğunu görünce, bunun mutluluğu ya da kendi heteroluğumun acısına ağlıyordum. Bir babanın tecavüzvari yaşamı, kendi bedenimde tatmin etme zorunluluğu, kimseye aşık olamayacak kadar bedenimden nefret ettiğimi ve bu baskıların hepsinin kendimi özgürcesine değil, feda ederek, acı çekerek, çilehane'den çıkacağımı bana anlattıklarına inanmak zorunda kalışımdandı. Tanrı'da heteroydu ve artık hiçbir şeyi değiştirecek kadar güçlü hissetmiyordu. Ben oturdum, insanlar ellerindeki pankartlarla yürüyüşünü yaptılar, parkta insanlar sallandı.

Lgbti, heteroları da özgürleştirecek sözünü sevdim, O bu sözü parka yazdım, oturduğum bankın üzerine ve belki çocuklarda okurlar ve belki de sıkıştıkları heteroluğun gerçekliğini sorgularlar. Oturdum, ağladım, sonra yağmurun yağmasını fırsat bilmemi sağladı. Kimse benim kimden dolayı ıslandığımı anlamadı.

0 yorum:

Keşke İsmim İris Olsaydı

13:26 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Keşke ismimin bir anlamı olsaydı.

Uzunca gözlerine baktım. Aşık olduğum kadına bakar gibi baktım. Çünkü ona aşık olmam gerektiğini günlerdir düşünüyordum. İsimlerimizin anlamını yitireli, ne kadar zaman oldu bilmiyorum ama onunla ilk gece ismini sormadan uyumuştum.

Sevişmedik, bu öykümde kimseyle sevişmedim. Sadece o bana tecavüz etti. Ben de göğsüme iki kesik attım. Bunlar sadece onu hatırlatacak iki çocuktan ibaretti. 

Bir kış günüydü. Onunla tanışmadan bir gün önceydi. Aldatıldığımı yine fark edememiştim. Bu sefer her şey güzel gidiyor demiştim. Sorun yok, güzelce uyuyoruz, konuşuyorduk. O bana yemek bile hazırlıyor, ben de ekmekleri dilimliyordum. Güzel hani, şu tırtırlı ekmek bıçakları vardır ya, işte onunla saçımı kestiğim gecenin sabahından bahsediyorum. Turuncu saçlarımı, beyaz tenime nasıl zarar verebildim bilmiyorum. Ben sana aşık olamıyorum, üzgünüm. İçimde, senden kopmaması gereken birkaç anı varken. 

Neden beni aldattın? Soru bu, bana neden bakıyorsun, çok basit, neden beni aldattın? Sonra bu sorduğum soruyu defalarca düşündüm. Basit bir soru değildi. Zamana neden saat 14.02'de durmadın demek gibi bir şeydi. Onun durmama gibi bir özelliği vardı. Karşımdaki kişinin de sevdiğini sandığı herkesi aldatma gibi bir yeteneği. Gözlerinin içine baktım. Ağlak değildi. Sanki hastalıktan kurtulmuş kadar canlıydı. Ona bu his yaşam veriyordu. Aldatmak, kandırmak, bir başkasından hızlı bir şekilde kaçmak. Bilirsiniz, aldatmanın kendince oyun parkı hissiyatı vardır. Gördün mü, içinden koşmak gelir. Sanki hızlıca döner ve zamanı unutursun.

Neden beni aldattın, diye sorduğumda, biliyordum, turuncu boyalı saçlarım, numarasını vermek istemiyorum boyanın bu arada, herkes birbirine benzeyecek diye korkuyorum çoğu zaman. Japon balığına sarılmak için küveti doldurduğum geceleri biliyorum.

Turuncu saçlarım, beyaz tenim, damarlarımı da görüyorsun. Demeni bekledim çoğu zaman, Bu kadın benim ölümüm, baksana damar kabarıklığımız bile aynı, bu kadın benim ölümüm. Sana soruyorum okuyucu. Vajinada gidip geliyorsun, sarılıyorsun, kokusunu içine çekiyor, memesini emiyorsun, sonra diğer vajinayı sürtüyorsun birbirine, hani o anda parmaklarını da kullanıyorsun, doğal olarak nefes alışlarımız değişiyor. Sonra bir de bakmışsın, klitoris tarafını yavaşça, lütfen yavaşça dokun diyorsun. Sonrasında aklından ne geçiyor. Şu hislerimizin ismine keşke başka bir şey deseydik.  Hep arkadaki karanlık odaya çekiliyoruz. Oraya ışık tutmak için bir başkasına ihtiyaç duyduğumuz için, artık aşk yaşayamıyoruz. Cennet, cehennem dediğimiz şey, evin oturulmayan odası işte, koltuklar yeni diye adım atamıyoruz.

Sonra seninle tanıştım. Sen romanın devam etmesi için hayatıma girdiğini söyledi, o gün otobüsü kullanan kişi. Ben normal zamanda kimseye "Kolay gelsin" demem. O gün dedim, arkalara otururum, o gün telefonda müzik açacağım diye öne oturdum. Yanyana durduk. İkimizde sanatsal paylaşımlar yapmak için sosyal hesabımızı açarken, sigara uzattın bana. " İnince iç, iyi gelecek" dedin. O anda sarı, üzerinde balıklar olan tişörtüne baktım, sonra yüzüne, çenenin sol tarafında yara izin vardı. Saçların düz ve uzundu. Bunu fark ettiğimde, sigaraya uzanmıştım. Karanlık oda dediğim bu işte. Işık tutulunca, sanki karanlığı yok edecek sanıyorsun. Bir anda, kitabı çıkardım, telefonu bıraktım. Sen benden önce inmedin ki, arkadan bakayım. O sigarayı iner inmez, çöpe attım. Her tebessüm, bir katili çağırır. Ben bunları yaşadım dedim, dün gece de bir sigara içebilirdim. Tanrı gibi hayatıma girmekten ise, merhaba deyip, girebilir miyim, deyip, izin istemek gerekiyordu.

Artık yoruldum, bunu anlattığım gece romanıma da ara verdim. Belki de bu gece işte. 17. sayfada öldü. Romanın kahramanı öldü. Otobüsten dolayı mı, hızlı aldatılmalardan dolayı mı yoksa, misafir kabul etmediğim, hiçbir çocuğun yürümeyeceği parklardan dolayı mı? Romanımın kahramanı öldüğü için şu anda yastayım. Ben oysa üç yüz sayfa kadar yazacaktım. Şimdi sigara içebilirdim. Keşke ismim İris olsaydı ve turuncu saçlı, beyaz teni, göbeğinde benleri olan bir kadın olsaydım. Belki o zaman erkek roman kahramanım bana sadık kalırdı. 

Keşke ismim İris olsaydı, keşke yaşadığım bu hayatın bir şiir yazacak kadar anlamı olsaydı.



0 yorum:

Roman Yazamıyorum'un Öyküsü - II. ( Da Da )

14:22 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Hiçbir şey beni kötü kokan birine, kötü kokuyorsun demek kadar itici gelmedi bu hayatta. İnsanların koku duyularına karşı dayanıksızlığındaki saldırganlığı bu anda keşfettim sanırım. Bunu genelde duyduğumda aklımdan her zaman 50'den geriye sayma duygusu geliyor. Bunu sayacaksın ve insanlardan bu kadar kısa zamanda uzaklaşacak ya da göz kontağı kurmayacaksın. Romanım'da kadın bir koku üzerine monolog söyleyecekti.

Bir kadının bu kadar kokuya takıntılı olması mı yoksa bunu güzel bir şekilde söylemeyi hiçbir zaman aklına getirememesi mi canımı sıktı, bilmiyorum. Duş alırken, güzel, renkli liflerle köpüklerle duş alarak, fıskiye ile kendimizi tatmin ettiğimiz anlar, belki de başkaları için daha ağır geçiyordur. Aklıma hep, geçende tanışmadığım ama gözleri dolu dolu olan çocuk geliyor. Duşta ağladığını anlıyordum, çünkü bir haftadır aynı yol üzerinde denk geliyoruz ve üstünde aynı tişörtü giyiyordu. Yıkanmayı yeni yeni öğrenmişti. Çünkü bunun için de ağlıyor olabilirdi. Çocuklar annelerinin onu yıkadıkları zaman şefkat gördüğünü düşünürler. Ne kadar kavgalı geçse de bunun bir amacı vardır. Hiçbir şey, sevgi kadar yakıcı olmuyordur. Bazen yüzümüze değen sıcak su kadar, bir bakış daha yakıcı oluyor. Siktir oradan, su daha yakıcı, o kadar seviştikten sonra kaynar suyla temizlenirken bunu anladım. Kusmalarım oluyor arkadaşlar, romanda da buna değinmek istiyorum. Bay Kafka, her sevişmeden sonra kusuyordu. Bu kadar aptalca bir cümleyle anlatılabilir miydi, evet, gerçekten de kusuyordu. Kaynar su bacaklarındaki kıl köklerinin kabarmasına yardımcı oluyordu. Oluyor muydu, öyküde olsa evet ama devamını istiyor işte roman, o kıl kökü ile ilişki kurmamızı söylüyor. Yoksa yazamazsın, öykü olur basamayız diyor, yayın evi. Ben diyorum, böyle yapmayalım, uzun roman olsun, novela olsun, baksanıza, yeni novela'm çıktı. Ah ne kadar yazabilen yaratıkça.

Bugün romana yeni bir karakter bulamadım. Çok baktım, gözleri çökmüş bir kadına, bana saçma sapan bir soru ile sohbet etmek isteyen, kızıl sakalları olan ve elinin üzerine et bezesi olan o arkadaşa. Ben bilmiyorum dedikçe daha çok soru sorma isteği duyuyordu. Kokuyor muydu bilmiyorum, o sıra gerçekten de sadece arı kovanına bir şeyler sıkıştırmak istiyordum. 

Roman kahramanı arıyorum arkadaşlar. Bir zamanlar internette, bir kızı görmüş, beğenmiş ve aşık olan bir adamın hikayesi gezerdi. Onu bulmak için insanlar seferber olmuştu. Kız bulundu yazmıştı. Bendeki de bunun gibi, bulunan kimse olmayacak. Ben bu arayışı seviyorum. Oy kullanırken bir gün kazanacakmışım gibi hissetmek ya da Fransız bir pastacının çilekleri güzelce kestiği tartı bir gün yeme ihtimali gibi. 

Romanımı Sartre'a okutacağım diye çok dikkatli kurgulamaya çalışıyorum. Sonra bileğini kesti, sonra bilek tekrar düzeldi. Bunlar ne biçim saçmalık desin istemiyorum. Böyle söylemez tabi ki de, ben yine de titizleniyorum işte. Bugün bir cümle daha yazamadım. Çünkü yazmak için kendime zaman yaratmadım yine. Bunlar oluyor, ben telefonla da ilgilenmiyorum. Bir kursta kendimi de geliştirmiyorum. Bir alan arıyorum, bir masa aramak gibi. Ben Woolf gibi ayakta yazamam. Sevmiyorum, denemedim ama sevmiyorum işte. Onun acıları ayakta hissedilebilir diye ben de bunu yapacak değilim. Solumda sarı ışık olmasın istiyorum, yapraklar ara sıra oynadıkça, ben rüzgarın gerçekten de yardımcı olduğunu düşüneyim.

Bir yardımcı karakter var. Sevgilisinin hem mafya sevgilisi var hem de evli. Bunların ayrılma sebepleri, bir gece mafya sevgilisi ile yatması için izin istemesi. Bunun iznini sevgilisinden aldığı için, o gece ikisi dolabın içine ağladılar. 

Bunu nasıl yazmaya devam ederim bilemiyorum. Bir tarafta ana karakter ile diyalogları var, bir gece, soğuk bir gece, ayaz mı derler bilemem ama ondan biraz daha soğuk, ayazlıktan ya da soğukluktan öte, su akmıyor parkta, sadece eksik o gibiydi, ellerinde bir kozalak, biri diğerine uzattığında aklındakileri anlatıyor.

- Sevdiğin kadının başkasıyla seviştiğini bilmek mi daha zordur yoksa izlemek mi diyor? Baş karakter, tamamen umursamaz, bu soruyu bilerek soruyor, can damarına basması için, biliyor anlatacak ama onu anlatması için duygusal tehdit sunuyor. Köpek. O birkaç saat önce sevgilisinin memeleri ile oynayan eski sevgilisini izledi. Hem de nasıl izlemek, bu tam bir yamyamlık, kız ağlasa da tehdit ederek baştan sona izledi. Acı çekiyor muydu, pek sanmıyorum, tamamen rol oynamanın Tanrısal kutsallığı vardı üzerinde. O acıyı estetik çekecekti. Durkheim'cı değildi. 

Kozalak ondan ona geçti, aradan dört yıl geçtikten sonra o banka başka bir kızla geldi. Arkadaşının sevgilisi, arkadaşının acısını, istese sevişecek olan kıza anlattı. Yine gözleri kozalak aradı. O zamanlar yaz akşamıydı, hep sarı ara merdiven ışıklarıyla dolu evlere bakarak, kızın ağlamasını sağladı. Sonrasında böyle bir roman karakteri yaratmalı mıyım diyorum. Tam bir acı düşkünü, sihirbaz, orospu çocuğu işte, Annesi gerçekten de orospuydu bu arada. Babası öyle diyerek içine boşalmıştı. Karışık işte, bu yüzden aptalca ve gerçek dışı gibi gelecek. Neyse kız ağladı ve birkaç ay sonra başka temiz yüzlü birini buldu. Sonra ayrıldı, bu aralar ne yapıyor kimbilir. Roman bitinceye kadar ortalıklarda olmayacak. 

Bu romanda çok kadın ve erkek duyguları olacak gibi gözüküyor. Bunların karşısına da Lal ve Kafka'nın aşklarını merkeze aldığımda tam bir postmodern kimsesizlik çıkıyor. Bu arada sabahtan beri, kaşımın ortasındaki tek bir kılı çekmek için klavyeyi bırakıyorum. Nasıl rahatsız etti, birkaç defa bıraktım, birkaç kere çekmeye çalıştım. Küçük ama insan yine de onu yenmeye çalışıyor. Ne diyordum, romanda, sevemediğim bir aşk hikayesi var. Sonuna kadar kimse kimseye aşık değil. Böyle bir şey ama aşk romanı, cidden ama. Ama değil de, kusmak gibi, sevişmeyi istemek ve kusmak, kaynar su, belki de duşta sevişirken, kaynar su altında kusmak. Bu yüzden isim sorunsalını 

Da Da

olarak değiştirdim. Dadaizm'den bir düzen bozuculuk duygusu veriyor. Belki de çok 1900'ler gördüm diyeceksiniz. Ben Dadaizm'i, varoluşçu metinleri ve absürdizmi seven biriyim. Bu yüzden de dilin bozulması her zaman işime gelir. Az okunan biriyim, herhangi bir yayınevi beni keşfetmedi. Belki de ada değilim. Ada olmadığım için Freud'da beni sevmezdi. Cidden romanımı yazarken kafamdaki hikayeyi anlatmak istediğimden yazıyorum. Para harcayacak değilim, romandan para kazanmak kimin umurunda. Daha tanınmıyorum, daha yazdığım şeylerin ücretini isteyen roman kahramanı bile bulamıyorum. Kaldırım yaptıracağım İzmir'e ama. Bak bunun için telif verebilirim.

Buldum. Sorunum kahve içmemek. Ben önceden daha estetiktim. Sade kahve içerdim. Serttim ve şimdi daha kokulara takılır oldum. Yaşlanıyorum ve beni öldüren bir mafya var.

Ters hamamböceği ne oldu diye soracaksınız. Daha onu da göremedim. Evi iyi ilaçlattım altı ya önce. Adam elinde bir şey, evin en gizli yerlerine mama bıraktı. Kedi gibi yalandılar ve gittiler mi? Öldüler diyor, ölürler, yuvalarında ölüler. Gözlerim dolmadı, duşta ağladım ama. Tanrı, ne kadar özgürsün, biz yuvamızda ölmek için yaratıldık. 

Regl oldum bu arada. Şimdi yazsam da romandan daha çok tatlı bir şeyden bahsedeceğim. Ama böyle, sütlü bir şey, bayık şekerlilerden değil. Namaz da kılamazsın diyor üstteki teyze. O zaman herkes yuvasında ölecek diyorum içimden. 

Da da dediği gecelerde roman kahramanım Kafka, annesinin ağlayışları yüzünden susuyordu.

0 yorum:

Roman Yazamıyorum'un Öyküsü

13:37 Yazabilen Yaratık 2 Comments

Dört yıla yakındır, bir kurgu üzerine düşündükçe düşündüm. Merhabalar bu arada. Bu yazdıklarım sadece romanımın nasıl yazıldığını size bildirmek için. Başımdan geçen ve bu süreçlerin, kitap çıkana kadar ki sürecini yazmayı amaçlıyorum.

Türkiye'de her üç kişiden birinin romanı varmış gibi geliyor. Bugün ve çoğu kitap fuarlarında bunu düşündüm. İnsanların bu kadar dertleri mi vardı. Neden bu kadar roman yazmaya yatkındı insanlar. Hepimizin ortak dilinde ne çok sorun vardı. Peki okuduklarım neden hep ölmüş yazarlardı. Bu kadar roman yazan genç kuşak neredeydi, neden bilmem ne dergisinde yazmak zorundalardı.

Görünürlük! 

Romanımı, kahveyle okuyacaksınız diye korkuyorum. Bir şeyler içecek vakit kalan romanlardan nefret etmişimdir.

Görünürlük.

Ben bunu defalarca kırmak adına yazabilen yaratık adıyla yazdım. Beni tanıyanlar, sevişenler, benimle arkadaşlık edenler var. Bunlar bedenimle ve algımla alakalı. Y.Yaratık olarak genelde kimseyle tam anlamıyla uyum sağlayamıyordum. Bunu öykülerimde birkaç insanı yazarken de yaşadım. Metroda gördüm birkaçını, gözleri renkli ve teni sarıya çalıyordu. Sigarasını kontrol ettikten sonra iç çekti. Tam bir ölüm acısı yaşar gibi. Sanırım sonrasında da rujunu kontrol etmişti. Ben bunu nasıl yaptığını hayranlıkla izlerken o beni görmüyordu.

Kendimi görünmez hissetmiyorum. Tamamen silik bir tip olmak için kilo alıyor, güzellik ve çirkinlik arasında kendime yer bulmamaya çalışıyordum. Rahatsız olmak da bir tepkidir. Romanımda bunu yaşamak isterdim. İlk olarak ismi "Sen" olsun ve kapağında ters duran hamamböceği olsun istiyordum. Birkaç hafta önce böyleydi aslında. Ters duran hamamböcekleri hep bana manidar geliyor. Birinin ölü olması, bacaklarını kendine çekmesi, ters durması ve dokununca sanki canlanacakmış gibi durması. Bence bu dönemde, bu çağda bir roman böyle olmalı, sanki dokununca bir anda yüreğimizi iğrendirecek gerçeklikte.

Ben de ergenlikle ilgili aşk hikayeleri yazabilirdim. Aslında, geçen yazdı sanıyorum. Gelinlik üzerine makaleler yazıp para kazandım. Buna çilehane adını vermiştim. Yazmaktan ne kadar uzaklaşıp, sığlaştırabilirsem o kadar kendimi kurtarabilirdim diyordum. Bunu bir ay kadar yaptıktan sonra, her şeyi yazabilirsin ama roman yazamazsın dedim. Bir başkası parasını verse roman yazarım diyordum.
Sorunum para mıydı diye uzunca düşündüm. Yaşamam için, yaşamak için, sizlere bir şeyler yazmak için para kazanmam gerekiyordu. 

Para kazanmaktan almadığım tat ile romanımı tekrar geri dönmek istedim. Hikaye defalarca kafamda geçiyordu. Bir yazar çıktı, kendisi Doğan Kitap'tan. Bilmem kaçıncı romanı çok ünlü hale geldi. Bana yazma şu internette dedi. Yazma, yazmamalısın, kendini öldürüyorsun. Kendini öldürmemek için, insanlar da Tanrı'ya ibadet ediyor.Belki de kalbimdeki ağrıya iyi gelecek sözlerdi. Hemen inanırım ben, kabul ederim, sözlerim kutsal kitaptakiler gibidir, hiç hata yapmam gibi olur. Belki de hiç hata yapmanın kendine büyük bir acı verdiğini fark etmek istemeyeşimden... Sonrasında roman kahramanlarını düşledim. Ana karakterler belliydi. Kendileri çok büyük bir aşkla ve kısa, anlık bir ayrılmayla her şeye başlayacaklardı. Bizler gibi, ben de çocukluk zamanlarımda annemin yanına gidip, senin çocuğun olmak istemiyorum artık, dedim. Bu söz, sen benim annem değilsin sözünden daha farklıydı. Belki de bu yüzden edebiyatta karşı sıcak bir yaşam hissiyatı duyuyordum.

Siktir git o zaman, diyordum. Kendime gidecek yer hiç bulamadım. Hep bir başkası benden önce orada olmuştu. Bir yer özel olması için de çabalamıyorum. Roman karakterlerinin de böyle bir çabası yoktu. Sadece nasıl başlamam gerekiyor, bunu düşünüyordum. Bir roman nasıl başlamalı, ayrılık cümlesi ya da kendimi tanıtarak mı, belki de reklamlardan sonra başlayacak, kadın programı gibi ya da Gözleri Tamamen Kapalı filminin son sahnesi ya da Dancer İn The Dark'ın finali gibi başlamalıydı. O tık sesi, sanki hamamböceğine terlikle ezer gibi başlamalıydı. Ben "Sen" adlı bir roman yazmayı daha çok istiyorum. Kısa ve karşımdaki her insana, ters bir hamamböceği olduğumuzu hatırlatan rahatsız edicilikte, sonra yayınevleri ne diyecekti. Param yoktu, ters dönmüş bir hamamböceği gibiydim, kapana kıstırılmış, Çehov'un dediği gibi, Ökseye kıstırılmıştı. O ökse, ökse ökse, ah keşke, şu aralar ah kelimesini...

Ah kelimesini çok kullanıyorum. Roman kahramanı aramak için etraftaki kadınlara ve erkeklere baktım, kedilere de baktım, çocuklar ve yılanlara, masanın üzerindeki vesikalık fotoğraflara baktım. Çocukların gözlerindeki yağmur sonrası bulutların dağılışına devamlı baktım. Baktığımda her şeyin içinde geçiyordum sanki. Her kadının göğsüne, her adamın ellerindeki çalışmanın verdiği yaralara bakıyordum. Bakmak zorunda olmak dünyanın kuralı ne de olsa. Bu romanın bir cümlesini bile hala yazamadım. 

Psikoloğum yok, arkadaşım sen kendini "feda" ediyorsun demişti. Bir roman sayfasına kendimi feda ediyordum. Bunu yazmamak da bir fedaydı. Normal olarak devam etmek, bir şeyler beni çekiyordu. Ben de ona karşı, ben artık yazmak istemiyorum diyordum. Bir evlilikten ayrılmak ne kadar zor ise, bir roman yazamamak da böyleydi. 

Lezbiyenlik... Bir kadın arıyordum romana. Bir insanı roman yazmak için feda etmek. Bunu bir başkası için yapmak için yaratıldı insanoğlu. Metroda oturup, şarkı söyleyenler gibi, roman yazabilseydim. İnsanların beni ilk bakışta, bir hamamböceğine benzettiği yerde belki de. İzmir Metro'suna bu durumu yazdım. Mail gelmesi 13 gün sürdü. Bana dedikleri şey şuydu. Böyle bir elektronik aksanımız yok. Kısacası priz yok! demek istiyorlardı. Bir priz yüzünden ben de bu durumdan vazgeçtim. Priz yoksa, kaldırım da yoktur, merdiven de, masa zaten olamazdı. İnsanların hızla geçtiği yerde değil, evlerde, işlerde olurdu masa. Ben bu yüzden yine romanımı yazamayacaktım. Para olsaydı da, tek başıma gidemezdim, ben romanımı konuşarak yazacaktım. Roman kahramanım bu konuda beni zorlamıyor. İstediğin zaman yaz diyor, tam kendinden beklenecek bir şey. Ben onlar için bir şey yapmıyordum ne de olsa. Her şey kendimi bir sıkıntıdan kurtarmak adınaydı. Sigara içmiyor, uyuşturucu ve içki de yok. Ben ne ahlaklı bir hamamböceğiydim. Ben o Kafka'nın kitabını sikeyim.

Vapura binmeyeli uzun zaman oldu. Ben kendimi bir odada sıkıştırmak ve orada ezmek istiyordum. Ters dönecek bacaklarımı görebilmek istiyordum. Hamamböcekleri nasıl ağlar ya da sevişirdi, sevişmeden de soğudum. Hep aynı, hep aynı tatta, Bu yüzden romanda kimse sevişsin istemiyorum. Bir romanda seviştiklerini anlayabilmek de zor oluyor. Hepsi, kısa ve net, seviştiler. Seviştiler, hede hödö. Yahu bu kadar basit ise, hala biz karnımızı her koşulda neden içeriye çekiyorduk. Ben buna karşıydım ama ben romanı yazmaya bile başlamadım. Küfür edecek gibiydim. 

Romanın ilk cümlesi nasıl yazılır? 

Bunun için araştırmaya çıkmayacağım. Sadece düşüneceğim.

Doktor, ben romanımı yazamıyorum. Hepsi aklımda, hatta artık roman bitmiş durumda ama. Sonra ne olacak diyorum, yazınca ne olacak diyorum, hatta ayıplı küfür ediyorum. Küfür edince de insan yazı yazası geliyor. Her an küfür etsem de romanda daha bir şık duruyor. Kolumda Kafka'nın imzası var diye mi böyle diyorum kendi kendime. 

Doktora gidecek param yok.

Doktor diyorum tekrar, kendi kendime diyorum ama doktor varmış gibi diyorum. Doktor diyorum, ben yazamıyorum. İlişkim güzel gitmiyor, seks hayatım da yok. Benden dolayı yok, ben istemiyorum, bir şey olunca, ters dönmüş hamamböceği gibi hissediyorum. Bak doktor, işte böyle oluyor, ilaç verdin zamanında, ben bunları kullandım, bana toplumsal cinsiyetten de bahsetme, hem pozitif cinsiyetçilik yapan erkeklerden de nefret ediyorum ben. Sen erkek ya da kadın değilsin, romanım da böyle, dişi de değil. Bak işte doktor. Ağlayamıyorum. 

Ağlasam doktora da giderdim.

Ağlayamıyorum, çünkü içimde herkesin tanıdığı, sevdiği biri var. Bir hamamböceği değilim normalde, ökçeye kıstırılmış bir Çehov'um. Durum öykülerinden nefret ediyorum. Her şeyi, her güzel yapıyı bozmak istiyorum. Belki de romanımı da yazınca bozulacak sanıyorum. Tolstoy'un 17 yaşındaki yardımcına karşı ben de tansiyon ilacı var. Genç yaşta deme, bunlar hep romanını yazamamaktan. Kanser gibidir. Kanser de olmadım ama kanser gibidir demeyi daha anlamlı buldum. Sen anlarsın diye, bana kalsa, kaplan olsan bir uçak derdim. İşte bu yüzden, ben kime yazmalıyım sayın Yorick.

Yarın yine insanlar arasına karıştığımda, metrodan geçeceğim ve insanlara bakacağım, üstlerindeki kıyafetler, beyazlar, açık kollar, kalçalarımız, göğüslerimiz, siklerimiz ve vajinalarımız devamlı hareket edecek. Biz alınlarımız kadar açık değiliz. İşte can sıkıntımı bunlar gideriyor. Gözlerimiz birbirini görüyor, o kadar ters dönmüşüz ki sadece dokununca birbirimizle konuşuyoruz. Ben yarın yine roman yazmayacağım, insanlar dertler, uğraşlar, çekememezlikler ile devam edeceğim sizlerin arasından geçip gitmeye. Keşke kız kardeşim ölseydi, bilirdim, ona anlatacaklarımı, ben de ölemiyorum,o  da bir şey yazacak kadar duyarlı değil. Peki romanı yazacak bir hamamböceğini kim ilaçladı.

2 yorum: