"Anne Ne Olur Ölme" dedi Emine Bulut'un Tüm Çocukları

14:04 Yazabilen Yaratık 0 Comments



"Anne ne olur ölme" dediğimde daha dokuz yaşındaydım. İzmir'in güzel bir semtinde, sessizliğe sakinliğe yüz tutmuş, birkaç yılda bir cinayet işlenen ilçesinde, nasıl bir gece olduğunu hiç hatırlamadığım o anda, annem (şu anda başkası ile evli) avuç dolusu hap ile ağlayarak bana bakıyordu. Ölme anne, bırak bunları diyordum. Dokuz yaşındaydım ve daha Montaigne okumamıştım, ölüm üzerine çok bir şey bilmiyordum.

Annemin hikayesini anlatmak istiyordum yıllardır, Kırıkkale'de eski eşini öldüren bir erkeğin, kızının annesinin akan kanlarına bakarken bu cümleleri sarf etmesi, bende derin bir yara açtı. Öykü yazıp bunu edebileştirmek gibi bir derdim olmaması gerektiğini düşündüm. Kaç gündür sessizliğime gömüldüm. Her çocuk, her büyük, her insan bu cümleden uzun süre acı çekmeliydi. Ölmeyi seçerken aslında öldürülmüş olan annemin hikayesini anlatmak istiyorum. 

Doğu illerinden birinde doğan ve üvey baba ile büyüyen, sarışın renkli gözleri olan bir kadın, mutlaka taciz edilirdi. Doğu illerinin saklambacı iftira atılmamak ya da kezzap ya da ölümle tehdit edilmemek için evden çıkmamaktı. Sonraki yıllarda üvey babanın etkisiyle korunaklı büyüyen ve dört abisi olan annem, kendi hayallerini "okuyup da bir pezevenk ile evlenmeyecek mi?" diyen aile üyelerinin düşüncelerine boyun eğerek, kabul etmişti ve ilkokuldan sonra yaşamı son bulmuştu. Annem ilk orada ölmüştü. 

Sonrasında kendinden on dört yaş büyük babamla (akraba evliliği) evlendirilerek yaşamda bir kere daha öldürülmüştür. 

-Neden aşık oldun anne ona, babam çirkin?
-Bana dondurma almıştı.

Ölümler yıllar gibiydi, unutulmaması için tekrarlanması gerekiyordu. Aslında babamın kardeşi annemi istemişti ve vermemiştiler sonrasında yıllarca amcamın anneme olan ilgisi devam etmişti... Beni bu yüzden hiç sevmemiştir. Tanrı bilir ben sevgiye ihtiyaç duyan biri olmayı otuz yaşından sonra fark ettim. 

Annem on beş yaşında evlendikten sonra ikiz yatağı olan boş bir eve gelin gelmiştir ve hamile kalmıştır. Benden önce ölümü deneyimleyen cenin olan kardeşim, annemin gördüğü şiddet yüzünden ölmüştür. Bunun hikayesini o anlatsın isterim. 

Benim hikayemde ise, ön sevişme yaşanmadan, sırf bir hırs uğruna, ağrılarıyla acı çeken anneme tecavüz eden babamdan olmuştum. Bunu da düşür de görelim diye içine boşalmıştır. Annemin ölümü olmuştur bu, celladını doğurmuştur. Çünkü bacaklarının arasındayken dövülen ve ağlaya ağlaya sevişen bu çift sonra annemin doğmasın diye dua etmesi sonucu, yine de doğmuştur. 

Cellat her zaman çirkin olmalıdır, bir kavgada birkaç aylık kundaktaki bebeği duvara fırlatarak, gözlerimin bozulması ve ruhumun hep eksik kalmasına yol açmıştır. Dünyayı farklı bakmak sadece yazgıyla alakalı değildi, bunu da ben görmüş oldum. Çok uzak fazla yakın bir görüntüyle.

Bir tane aile fotoğrafımız var, annem ve babamın kucağındayım, bir yaşında varım ve bir pazar günü çekildiğini biliyorum. Bu da benim ölümüm, çünkü her şeyin sonsuz olacağını sanıyordum.

Konuşmaya başladığım zamanlarda anneme "Hizmetçi" diyordum, babam öyle öğretmişti. Hizmetçi su ver, hizmetçi karnım açıktı diye bir zamanım geçti. Bir kadının gururunu kıran ben sözcüklerin anlamlarını bilemeyecek yaştaydım. Bir kadını sözlerle değil, kelimelerle öldürmüştüm. Sezen Aksu şarkısı gibiydi doksanlar, ne söylesen can acıtırdı.

Çoğumuzun annesi ölüdür, sadece yaşadıklarını unutması için bunlar gereklidir. Ölüleri unuturuz, ölüm hep aklımızdadır. Peki, saçlarım uzadıkça, şiddetin türü de farklılaşıyordu. Babam bazen kanser oluyordu annemi korkutuyordu, ona itaat etmesini sağlıyordu, benim saçımdan tutup, biraz içirmeye çalışıyordu, karanlıktaki odadan onun istediği çorabı getiremediğim için ışıklar altında tokat atıyordu, annem araya giriyordu. - Anneler hep araya girerdi, cennet onların ayaklarının altında da olsa cennet yoktu, bunun için ayaklar sadece kandırmacaydı, tekmeydi, ağlatmaydı, tehditti. - 

Zaman geçiyordu, şiddetin tadını anlıyordum. Kocasının flörtöz davranışlarını kıskanan annemi, beyaz florasanlı sokak lambalarının altında saçlarından sürükleyerek dövmüştü. "Orospu, polise vereceğim, kahpe, sen yaşamayı hak etmiyorsun." Ben bu görüntünün gölgelerini görmüştüm, ışık oyunuydu, orta oyunu gibiydi, Doğu illerinin sevdiği bir görsel şölendi, herkes perdesinin arkasındaki karanlıkla izliyordu. O gün annemin gözlerindeki morlukları devlete hediye etmek isterdim. Daha çocuktum, devletle on sekizden sonra tanıştım. Annem ışıklar altında ölmüştü bu seferde.

Sonra evimize yedi kez icra gelince, tüm eşyalarımız yeniden, yine toplanmıştı. Artık evdeki sessizlik bizim gitmemize yol açmıştı, o gitmişti, annemle ben ağlasak da kimin ağlayış sesi olduğunu oda içerisinde anlayamıyorduk. Küçük güneş görmeyen bir evde annemle yaşadığımda, fark etmiştim. Evlerin hiçbir suçu yokmuş, dayak sesleri, pencere, mutfak dolabı gibi gerekli bir şey değilmiş.

Boşandılar ama hala babamın namusuydu annem. Devletin iletişim kurumunda çalıştığı için telefonumuzu her daim dinliyordu. Devlet bunun farkındaydı. O zaman şizofrenik ataklarımda arkadaşlarım olmuştu, cami önünde su içmek için durduğumda dondurmamı çalmışlardı. Yine de İzmir'in gizli bir yerinde oturduğumuzdan bizi bulamazdı, bir gün evimizin yakınından geçerken görünce, korkuyla kaçtım, hala hatırladıkça korkarım, korkuyorum, nefesim düzensizleşiyor şu an, annemi bulup dövmemesi için kaçmıştım. O gün parkın oradaki ağaçta sekiz saat saklandım gitsin diye, İzmir Büyükşehir Belediyesi bilmez benim kadar ağaçların anlamını.

Pilot olamazsın demişti benden bir yaş büyük kuzenim, senin gözlerin bozuk. Ben de o zaman öleyim dedim, salıncağı bırakıp gitti, ölüm ne korkunç bir güçtü, annem ağlayarak işten eve gelince yaşamımın gerektiğini yoksa daha büyük acılar çektireceğimi düşündüm. Montaigne okudum.

Küçük güneş görmeyen evde geçen yıllardan sonra 11 yaşında, annemin abilerinin annemi gözümün önünde dövmesiyle, tekrar babamla barıştırdılar. Ya türban ya da eski kocan diye sunulan teklifte annem ikisini de reddetti. Bıçağı Emine Bulut'un boğazına dayadıkları gibi dayamışlardı, ağladım, ölme anne dedim, ölme! Annem o gün ölmedi fakat tüm kadınlar ölmüştü.

Tüm akrabalara, aileye reddeden ve az para kazanarak geçimini sağlayan kadını sadece çocuğuyla öldürebilirdiniz. Babamın " Onu kaçırır, gözümü kırpmadan öldürürüm, evlenmezsen benimle." Yirmili yaşların ortalarında olan annem, celladı - benim yüzümden - yüzünden yine kabul etmişti. Annem yine ölmüştü ve ben de o evden çıkarken arkadaşım olan hayali kadını öldürmüştüm. Babalar hayalleri öldürüyordu.

Çocuk istismarı, erkeklerle cinsel ilişki, uyuşturucu kullanımı, banka borcu, başka bir kadına ev açma, kumar, pavyonlarda dört kadınla masada öpüşmek gibi başarılı girişimleriyle tanıdığımız babam, artık yaşlanıyordu. Tekrar evlendiler, bir çocukları daha oldu. Eve haciz geldi, çocuk açlık çekerek büyüdü ama hiçbir şey hatırlamıyordu. Dövmeye devam etti, bazen cebinde kızları yaşındaki kadınlara yüzük aldığı için bazen evde neden üzüm salkımı olmadığı için, bazen elektrik neden kesildiği için bazen de annemi ben daha çok sevdiğim için dayak yedi. Öldü, defalarca öldü. Birkaç sene sonra önüne geçtim, dayak yedikçe önünde durdum, uzağı ve yakını göremeyen ben şiddeti görebiliyordum, tadını biliyordum, annemin elindeki ilaçları ellerimle çöpe atıp, yaşayacaksın, birbirimize söz verdik anne, diyebiliyordum. Sopayla, kemerle, televizyon kablosuyla, fırlattıklarıyla, annesinin önünde, çocuğunun önünde, herkesin önünde bir sirk gibi gösteri yapa yapa dövüyordu. İstediğini sikiyor, istediği gibi dövüyor, hiç ölmeyecekmiş gibi korkusuzca yaşıyordu. Devlet arkasındaydı, Allah'a o kadar küfür etmesine rağmen hala dipdiriydi, ben onun ettiği küfürlere rağmen susan Tanrı yüzünden olmadığını anlamıştım. İbrahim'in oğluna koç gönderen, oğlunu çarmıhtan gökyüzüne çağıran, Yusuf'a kuyudan seslenen, Musa'ya ateşten dile gelen, Muhammed'e perde arkasından görünen Tanrı, bu kadar söze rağmen susuyordu. Tanrı da babamı seviyordu, o da kadınları dövüyordu belki ya da çocuklar büyüyene kadar sevmiyordu. Bilmiyorum, annem o ilaçları bırakırken, gözlerindeki yeşil rengi görünce ölmüştüm. Ölümün rengi o yeşil renkti. Sonraki sabahların birinde hasta olduğu için dayak yiyen annemi bir kapı zili kurtarmıştı. Şiddetin ortasında gelen icra memurları beni de almasın diye, bahçedeki ağacın arkasına saklanmıştım. Eşyaların hepsi gitmişti, babam da gitmişti, kaçmıştı. Artık onu bir daha aynı evde görmemiştim. Boş evin sesi beni hep ağlatır, annemin kanayan dudaklarıyla beraber ağladık...

Şimdi babam hala yaşıyor, ben onun evlendiği yaşa geldim, kendisi uzakta ve hala devlet ona aylık para veriyor, yaşıyor, hiçbir şekilde bağı yok, dünyaya neden geldiğini sorguluyor insan. Ben bu toplumda tiyatro bölümü okudum, sanat okudum, ölmemek için kitaplar okudum, öldürmemek için kadın çalışmaları okudum, annem yaşlanıyor, ben oyunlar çıkarıyorum, geçinmeye çalışıyorum. Ne devlet var arkamda ne İzmir Büyükşehir Belediyesi farkında, ağaçlar, evler ve öldürülmüş anılarımız farkında. Hala korkuyorum evimi kimse öğrenmesin diye... Psikolojik olarak nasılım, nasıl bir insanım bunu hiç bilemiyorum. Neden korkuyorum diye soruyorum, ürettiğim şeylerden korkuyorum, anlatamadığım yazamadığım şeylerden korkuyorum, kendimi öldürüyorum ben de. Erkekliğin şiddetini kendime uyguluyorum, baskılıyorum kendimi, üzüyorum, tüm dünyanın suçu benim yüzümdenmiş gibi sanıyorum, tüm öldürülen anneler benim yüzümden ölüyor sanıyorum, tüm ağlayan çocuklar benim yüzümden, bağıramadım eşyalar giderken, babama bir kere bile vuramadım, onu dövemedim, ona sarılamadım, onun kim olduğunu bile bilmiyorum. Onun kokusu nasıldır bilmem, nasıl güzel sözler söylediğini bilmem. Ben kendimi tamamlayamamış bir varlığım, çünkü defalarca öldürülen annelerim ve sustuğum, korktuğum anlar oldu. Bunların hepsine Tanrı bile kayıtsız kaldı. Bu yüzden anneler ve çocuklar birlikte ölür, bunu ne din ne devlet anlar.

Babam hala yaşıyor, kaç yüzyıl yaşayacak bilmiyorum. Benim alacağım bir hayat var kendisinden, keşke bizler de boğaz kesebilsek, keşke bizler de öldürebilsek, keşke bizler de küfür edebilsek ve keşke bizler de erkek olabilsek! Bizler olamayız çünkü "ne olur " kelimesini kullanacak kadar insanız.

Bu anlattıklarımın bir kısmı da benim ölümüm.
Ben kimseyi öldürmemek için ölmeyi bekliyorum.




0 yorum:

Sabah Aydınlığının Tanrı'sıyla Kahvaltı - I.Bölüm

14:47 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Cennet bir varsayımdan ibaretti, orada yaşanan tek olay Adem'in cennetten kovuluşuydu, ben bugün yüzyıllardır anlatılan tarihsel olaydan daha fazlasını yaşadım. Yemek yaptım, dişimi kanattım, caddeden geçen arabaların hala bir yere mutlulukla gidiyor olduğunu düşündüm, göğüs ucuma dokundum, omzumu öperken kettle'ın sesini duydum. Tüm bu yaşananlar cennette olsaydı şimdi Tanrı bana kulluk ederdi.  Bu varsayımlardan bir diğeri de tabi , oturdum kendi yaratılış destanımı yazarken ilk cümle şu oldu;

" Bana düşman olun ki, kendi eksikliğimi hissetmeyeyim" Benim Tanrı'mdaki istek saygıydı, sonra ilk insanı yaratıp kovmam gerekiyordu. Yaratacağım karakteri düşlerken o çoktan gitmişti. cennet boş kalınca altını yakıp, harlamak istedim. Devamında Feminist Hermeneutik ile kafam karışınca Dünya'yı yaratıp bıraktım çünkü anı düşünmedim, sadece yaşadım. Tıpkı kutsal kitabı yazayım derken Netflix'in entelektüel "nimülasyonunda" kendi gerçekliğimi "HD" yapmakla uğraşırken buldum.  Kutsal kitaplar yarımdır çünkü insan ve Tanrı yoktur sadece yeşilçamdır. Şimdi anlattıklarımı unutmak için meditasyon yapacağım sonra peygamber göndereceğim.

II.

Biraz peynir kestim, doğradım demedim ama içimden doğradım demek geliyordu. Doğradım deseydim bunun üzerine aklınıza sebzeler gelecekti, doğrama kelimesi hep onunla özdeşleşmişti, ben doğradığımı düşünüp buraya kestim diye yazmak zorundaydım. Bunu kutsal kitaplarda da Tanrı'nın yaptığını fark ettim, bir şeyleri yazmak zorundaydı çünkü insanlar böyle alışmıştı, onların istediği gibi anlatıp, isteklerinden uzaklaşmıştı. Ben de kutsal kitabımı tamamlarken bunu atlamadım ve içimden gelenleri yazmamaya karar verdim. Kendimden "o" diye de bahsetmek istemedim, insanın yazacağı bir kutsal kitapta kendini zaten aradığı için o dediğimde hep bir kişi sanacaksınız, beni o kelimesine değer görmeyeceksiniz, sizler de alışmışsınız. Peygamber göndereceğimden bahsetmiştim, ilk önce insan kendi peygamberini etrafında arar. Bir instagrama girdim, birkaç insan baktım, hepsi güzel fotoğraflarıyla sevişmeyen insanlardı. Peygamber dediğin biraz felsefeden anlamalı ve saçma düşüncelerle kendini olumlamalı ve reddetmeli, tutarsız olmalı peygamber dediğin, insanların önüne çıkınca Tanrı'dan kutsal sözler çıkıyormuş gibi olmalı, biraz da zengin olmalı, peygamberin eksiklikleri de olmalı, aşkta mutsuz olmalı mesela, aldatılmalı fakat hiçbir zaman fark etmemeli, bunu fark ettiğinde ise kendini Tanrı tarafından bunlara izin verilmeyeceğini düşünmeli, bunların yanında akrabaları olmalı, onlar tarafından güvenilir görülmeli fakat bir yere saklanmalı, uzun zaman kitap okumalı ve kitapları sadece aklına düştüğü kadar yorumlamalı, hep bir onay bulmak için uğraşmalı ve yaratıcı olmamalı, böyle insanlarla zaman geçirdiğimi hiç düşünmemiştim, ondan nefret etmeliler bir de, iyiliğiyle nefret edilecek biri haline gelmeli, neyse peygamber olacak iki kişi buldum, onlarla konuştuğumda ise hiç zamanlarının olmadığını söylediler, peygamber göndermek için iyice mutsuz olmam gerekiyordu, dünyada düzen de çok normaldi, Lut kavmi yoktu, İsrailoğulları teknolojide gelişmişlerdi, pek çok kitap basılmıştı, ben kendi dinimin kitabını bile yazmaktan yoruluyordum, ben söyleyecektim ve peygamber not alır diye düşünmüştüm. 

Peygamber de ben olacaktım, karar verdim, Tanrı olarak kendimi dünyaya gönderdiğimi ve simülasyon kuramına göre iki farklı benin bir yaratılışta yardımcı olmasının çok normal olduğunu düşündüm. İlk önce Starbucks'ta oturdum, kahvemi aldım ve vahiy bekledim, insanın kendi kendine konuşması bile azaldığını fark ettim, bekledim, beş saat sadece instagramdanki yazıları okudum, hepsi çevre kirliliğiydi, gözlerim onlardan yoruldu, kalktım, yemek yemek için para ödedim ve vahiy gelmediği için yürüdüm, mide bulantım başladı, yine hamile mi kaldım diye düşündüm, korkuyordum, Dünya ile düzenli bir ilişkim olduğundan doğurmam gerekiyordu, doğuracağım şey ise din olacaktı. Din doğurmak pek zordu, zordu, çünkü bazen kromozomlar ve genlerden dolayı ikiz - üçüz olma durumu olabiliyordu.

İlk vahiy geldi; duştayım şu an, sular göğsümden damladıkça aklıma bir şeyler geliyordu, sonra daha fazla gelmediğini fark ettiğimde bugün bu ayeti bitireceğim diye not almıştım telefonuma, kendime dokunmaya başladım, tam boşalacak gibi olduğumda aklıma düşünceler geliyordu, o anda hemen bırakıyordum ve sesli bir şekilde aklıma gelenleri söylüyordum, söyledikçe aklımda tutmaya çalıyordum, dokundukça daha keyifli gelmeye başlamıştı, boşalmak istiyordum ama bunu yapmamalıydım, sözcükleri kulaklarımla duymalıydım, aralarda başımı gelen suyun sıcaklığıyla boğuluyor gibi olsam da sesleniyordum, sesim de güzel çıkıyordu, bu dinimin ilk sözleri olacaktı. Fakat tamamlayamıyordum, çünkü titremek istiyordum, bağırdım, bitmeli sözlerim bitmeli, kendi yaratılış destanımı tamamlamam için sözcükler gerekli dedim fakat bunu yapamıyordum, kendime dokundukça kendimden geçiyordum, aklımdan bir anda Platon geçiyordu, arkasından Rönesans tablolaları geçiyordu, Goya'dan nefret ediyordum, Klimt'in öpücüğüyle titrediğimi fark ettim, bir karanlık çöktü ve sabun düştü, eğilmek istemiyordum, eğilip almayacağım dedim, al dedi içim, yıkanacaksın, vahiy gelecek dedi, almayacağım, eğilmeyeceğim almayacağım dediğimde bölündüm, ışıklar rengarenk göründü, sanırım tansiyonum düşüyordu, her şey parlaklaştı ve sabuna eğilmeyen benden bir şeytan çıktı, hemen duştan çıktı, kıyafetlerimi aldı, götürdü, çıktım hemen ve üşümeye başladım, havlularımın markası her zaman Halil Cibran'dan olmuştu, mağripli bir kadından aldığım havlularımı alan şeytanı kovmam gerekiyordu, şimdi ellerimle yüzümü sildim, aklıma sözcükler gelmiyordu, sırılsıklam oturdum ve ağlamaya başladım, hiçbir sözcük çıkmıyordu aklımdan, insana dönüşmüştüm. Şimdi kendi Tanrım olamayan ben, insan olmak zorundaydım, sabunu eğilerek aldım ve tuvalete attım, üç kere sifonu çektim ve köpürdü, izledim, çamaşır makinasını sonra çalıştıracaktım. 

Yatak odasına gitmem kırk beş dakikayı buldu, uzandım, üzerimi örttüm ve sadece ağladım, deprem olduğunda da uyumuşum, şimdi karanlıktayım ve rüyayı yaratmam gerekiyor yoksa hiçbir insan bu dünyada var olamazdı, Tanrı olamadım, vahiy gönderemedim ve peygamberliğimi ilan edemedim, sanıyorum bir yerde eksiklik vardı, bunu öğrenmek için eski Tanrı'larla görüşmem gerekiyordu.  Ben hiçbir sözcüğü bilmiyordum. Sonrasında şeytanımla tanıştım rüyamda ve bana şunu söyledi; seni oraya götürebilirim, sadece elektrik ve su parasını yarın yatırmaman gerekiyor sonrasında ben seni bulacağım, nasıl instagrama gireceğim diye düşündüm fakat daha olgunlaşmadığımı fark edip kabul ettim. Yarın gece semavi dinlerin Tanrı'sıyla görüşmek için şeytanımla gideceğim. Benim biraz kafam karıştı çünkü ben daha kendi ismimi bilmiyordum. 

0 yorum: