Hoşça Kal Cecilia

14:40 Yazabilen Yaratık 0 Comments

"Söylemiştim ya, en çok seni Birinci Dünya Savaşı'nda sevdim diye. Seninle öpüşmediğimiz tek yüzyıldı o. Ölüm esnasında kanlarından arasından dudaklarıma dokunduğun ve üst dudağımı da dilinle sevdikten sonra tüm zamanı sana bırakarak ve senden anlamsızca intikam alır gibi yalnız kalabilmiştim. Unutma her zaman senden önce ben öldüm. Bu yüzden sana 21. yüzyılda nerede olduğumu ya da nasıl öleceğimi, son mektubumda yazacağım."
(2. Öyküden alıntıdır.)


21. yüzyılda her şey kartopundan çığa dönüştüğü zamanlardı. Ben en çok seni izlerken yaralanıyordum. Zaman nasıl geçti bilemiyorum. Pek çok kadında seni aradığımı biliyordum. Sen neye nasıl benzerdin bilmesem de, en çok seni "Ay ışığında" şarkısında bulabiliyordum. Yaylılardan akan sesler hep bir kadının ağlamasını hatırlatırdı. Bu yüzyılda nasıl tanışmıştık. Bu yüzyılda insanlar herkesten daha kolay, tanışır ve birbirlerini severdi fakat en çok da bu zamanlarda susar ve saklarlardı. Tanrı bile bu yüzyılda bağdaş kurup izliyordu sadece. Ben de, Muhammed'ini izleyen Tanrı gibi seni izledim.

Cecilia, çok yaşlandığımı hissediyordum. Sen varken bir aralık her şeyin güzel olacağını ve sana bakarken, zamanın herkesten daha hızlı ya da yavaş akacağını umursamadan, sadece en güzel anıların sana bakmaktan geçeceğini sanıyordum. Seninle kaç yüzyıl sevgiliydik, ne kadar zaman sonra birbirimizi sevdik, bunların hiçbiri, bir edebi metin yaratamayacak da olsa, anlatmak istiyordum. Sen bu yüzyılda çok güzeldin, öncekiler gibi değildin, bir yüzyıl ben kadın diğer yüzyıl sen oluyordun. Boyun benimkinden kısaydı ve gözlerin Medusa'nın gözlerinden daha yeşildi. Ben sana bakarken taşlaşmayı aşk sanıyordum. Seninle yürüdük, yağmur altında zaman geçirdik, hiç sevişmedik seninle. sen nasıl tebessüm edersin çok gördüm, şarkıları nasıl dinler ya da sıkıldığında uzaklara nasıl dalarsın, sakinliğine nasıl kedi seversin ve sarılırsın bunların hepsini bildim. Ben seni pek çok insanla paylaşabildim, çünkü ben hep bir başkasından başladım sevmeye. Bir önceki yüzyılda senin ölümünü izledim, bu sefer ben senden önce zamanı yok saymak istiyordum. Tüm bıçakları, aileleri, zamanları, gözlerinin içinde büyüyen karanlığa kadar her şeyi ben alıp gitmek istiyordum. Seni içten içe yok etmek istiyordum. Bu yüzyılda her şeyden uzak yaşayamıyorduk. Sevgililerinle, sevgilerle, evlilerle, boşanmışlar ve ağlayanlarla, mezarlar ve ölülerle birbirimizi sevebiliyorduk. Ben bir zaman aralığında artık kalbimdeki ölümü, kalbimdeki aşkı daha fazla yaşayamıyordum. İnsanlarla seviştim, kendimle seviştim, kitaplarla, anneler ve çocuklarıyla, muhafazakarla, öldürülmüşlerle, tecavüze uğramışlarla seviştim. Ay ışığında seviştim. Ölüm gibiydi aşk, hep bir boşluk doldurma haliydi. Sendeki boşluklar hiçbir yüzyıl bu kadar acınası hissetmemiştim. Bu sefer erken kabul etmiştim, ben seni herkesten beklemiştim. Bu sefer Milena değil bendim. Hem Kafka hem Milena'ydım, hem Kierkegaard hem Regina'ydım, bir çıkmazdaydım. Kendimin böceğiydim, kendimin aşkıydım bu yüzyılda. Aslında sen ve ben aynı kişiydik, damladığımızda dağıldık, bu sefer dağılmayı sevebildik Cecilia. Ben bu mektubumda sadece sana ölmeye nasıl karar verdiğimi anlatmak istedim. Ben senin varlığını taşıyacak, senin sevgini hissedecek bir kalbe sahip değildim. Ben hep sevdiklerimi öldürüyordum, acı çektirdiğim herkese aşıktım. Ben uzak kaldıklarımı bir kağıttan uçak yapmıştım. Annemi ilk öldürmek istediğimde her güzelliğin sahibi olamayacağımı da anlamıştım. Ah anneme benzer kadınları öldürme isteğimde yok oldum. Bu dünyada Orestes olabilmeyi Antik Yunan'dan çalmıştım. Seni bir başkasıyla hayal ederek sevebildim. Sen hep bu yüzyılda bir başka sevgiye bürünmüştün. Seni rüzgarlı havalarda içime saklayabilecektim. Artık nasıl ölmem gerektiğini sana açıklayacağım.

Bu yüzyılda farklı şehirlerde değildik, savaşmadık, sadece aynı bankta oturabilmiştik. Sen ve ben oturduğumuzda yağmur da yağmadı, sadece çocuksu bir gülüşle o anda öldüğümü kimse fark etmemişti. Ben öldüğümde her şeyden uzaklaşırım, hayaletleri tanırım, hayaletlerle, ölülerle seviştiğimden bilirdim evde büyürken nasıl acı çekmemeyi. Sen hep acılarınla, saçlarını sahilde toplarken görebiliyordum. Bir fotoğrafa uzun uzun baktığımda tüm dünyayı yok edecek gözlere sahip olduğunu anladım ve öldürmen için insanlarla olmanı diledim. Tanrı ile aramdaki ilişki başkalarının iyiliği ve mutluluğu olduğu için hep söz dinlemişti. Şimdi dolaptan su alıp içmek yerine, midem öldürdüğüm her şeyin, sarılmaların, isimlerin ve tanımladığım boşlukların anlamlarını döküyorum. İşte öldürüyorum. O gece, bir gece, o gece hani bir gece, bağdaş kuramadığım o gece, seni hiç öpemediğim o gece, bir gece ama o gece bir başkasının gecesi olduğu gece, seni hiç öpemediğim ama seni nasıl öpeceğimi kurguladığım gece, aslında gece ve sabaha karşı hep tebessüm ettiğin ve bir başkasını öpme hayali kurduğum gece, sıradan ama bir gece işte, o gece ölümüm için seslendim varolanlara. Beni öpebilmen için sana acılarımı gösterdim, yüzyılımı tanıttım ve sen öpmek için sadece bir geceyarısını değil, bir başka yüzyılı bekledin ve dedim, bu beni öldürecek Cecilia, ben o gece beni öpmediğin için sana yazı yazacaktım, sana bir roman yazacaktım, romanı Cecilia adına yazacaktım ve diyecetim, bir gece sen bir bıçak ile bölemediğin zamanı, bir gecede bir gece, bir gecede benim dudaklarımı kesmeme sebep olmuştun. Ben sana sarıldığımda tüm dünyada öteki olmuş çocuklara sarılır gibi sarılıyordum. O gece üstünü örttün, inanabiliyor musun, üstünü örtmüştün, sıcaklamış ya da bedenini korumak adına, hasta olmamak, tüm her şeye karşı korunaklı olmak adına, o gece, işte o gece her yerini sarmalamıştın. O gece karar vermiştim, ay ışığı eğer pencereden içeri girecekse, bana yansıyan her yerimi kurban edecektim. Pencereden geçen tüm ışıklar arabalara aitti, hepsi gelip geçti ve hiçbir yerimi kurban edemeden geceyi işte o geceyi sonlandırdım. Sabah birlikte yürümüştük, inanabiliyor musun, yanımda yürümüştün Cecilia, ben ise kolumdaki imza ile zamana itaat etmiştim. Sonraki gece, annemden izin aldım, izin verdi, cidden dayanamıyorsan dedi.


İşte o geceyi anlattım, beni öpmenin aklından geçmediği geceyi, annem sadece " Seni fark etseymiş, sana dondurma alırdı" diyebilmişti. Dondurma her şeyin mutluluğu olabilirdi, boğazları, kalpleri, zamanı korumadan, her şeyi sadece görebildiğimizden ötesinde fark ederek, kapıdaki işlevsiz ama güzel duran tokmak kadar güçlü durmak istemiyordum artık. O gece bir dondurma aldım, içinde mavi rengi güzelce sürülmüş, arkasından anneme hoşça kal dedim, o an ise eğer kurtulursan taze fasulye ve pilav yaptım,dedi, canın çekerse gel diyebilmişti. Ben kurtulmak istemediğimi ona söylemedim, yemeği içten içe sıcak tutsun istedim. Her şeyi kapattım, televizyon, mobil interneti, modemi, elektrik ve suyu kapattım, gözlüklerimi çıkardım ve senden kalan bir fotoğrafı gözlüğümü karşısına koydum, bileklerimi babamın beni yeni doğmuşken kucağına aldığı fotoğrafın kenarıyla kesebildim. Dondurmayı kesiğimin üzerine bastırdım. Bu yüzyılda her şey farklı olunca anlam kazanıyordu. Ben farklı olduğumu o gece işte o gece fark etmiştim. Çünkü sevdiğim herkes koltukta oturmayı severdi ben ise tüm oyunlarımı yerde oynamıştım. Aramızdaki yüzyıl farkı değildi, aramızdaki aşk değildi, aramızdaki ben olma durumu değildi. Ben oyun arkadaşı ve edebi bir karakter olacağımı sanarak, seni her yüzyılda sevmiştim. Ben edebi olamayacak kadar çirkin ve kötü bir yazardım,sen ise şu anda notlarına bakarken, sana mektubumu yorgunlukla bırakıyorum. En çok boynundan öpmeyi istedim, çünkü benimle sevişseydin Salome gibi hissedecektim. Kalbim bu yüzyılda sadece güvercinleri sevebildi çünkü vapurda sadece onları izlerken bana aşık gibi bakmıştın, hoşça kal Cecilia, çünkü en çok senden kaçmak için senin bakmadığın zamanlarda sana bakabilmiştim. Sen bir uçaksın ve ben de bu uçakla içimi değil, oyunumu uzaklara girerek bitiriyorum, Kafka da bıçaklarını makinaya sıralasın artık. Seni seviyor olmaktan utanarak ve ilahi bir güçle ölmek istiyorum. Tanrı'nın Japon balıklarına verdiği donukla üşüyorum. Sen bu geceden sonra istediğin kadar üstünü örtebilirsin.

0 yorum:

Bay Regl - I

11:37 Yazabilen Yaratık 0 Comments



 Yaratılış 

" Salıncaklar her çocuğun en sevimli katilidir. " 


Tanrı'nın gece karanlığından korktuğunu bir kitapta okumuştum. Geceleri insanların saklandığı gibi kendisi de üzerinde boz bir ayının imgesi olduğu, kalın bir battaniyenin içinde geçirirmiş. Bundan dolayı Dünya'nın yaratılışı biraz gecikmiş. Elinde de değilmiş, çünkü bir şeyi kurguladıktan sonra her şey kendince oluveriyormuş. Mesela bir suyu yaratabilir ama nereye akması gerektiğini tahmin edemezmiş, o konuda her şeyi bilmek zaten gereksizmiş ve yorucuymuş. Bu yüzden fazla düşünülmeyen çoğu şey adına insanları yaratmış.

Bu sözler aslında, benim yarıda bıraktığım romanın dördüncü sayfasında geçiyordu. Neden bıraktığımın sorusuna gelince, böyle bir ülkede roman yazmanın da aptalca olduğunu ve çok satılacak bir roman yazmak yerine yazmamaya karar verdim. Çok da satılmazdı, benim yaptığım çoğu şey takdire şayan değildir.

Sevdiğim hiçbir kadın bana “tebrikler, ne güzel bir yazı, yazılarını seviyorum” dememişti. Üniversite zamanlarımda bir kadın, “belki de sadece tadımlık olarak Tanrı, ağzına mağaradan çalınma bir delibalı sürmüş olabilir, demişti. Sonrasında o kadın, benim ileride iyi bir yazar olacağımı söylemişti, ne kadar ileri diye sorsaydım, soramadım, çok güzeldi. Bu yüzden, her şeyi erteledikçe, sevdiğim her şeyi hissedemez hale geldiğimi fark ettim.

İnsan, kendi yaratılışını 25 yaşında başlatır ve doğal süreçte zaman sınırlaması koymazsa, ölür ve boşunalık mutluluk verir. Ben bu duruma, zaman kanseri diyorum. Zaman kanseri, siz belli bir sürede tanımlamazsanız, sizi öldürecek kadar uzağa gönderir kendini. Daha değerli değil, sadece neleri kaybettiğiniz konusunda geceyi suçlayın. Tanrı'nın tek derdi geceyi gündüze çevirmekti, bize de bunu ölümün bir ışıkla geldiğini söyleyebilmişti.

Peki, bir romanı bitirmenin ne gibi bir amacı vardı. Aslında sadece, bir şeyi sıkılmadan bitirmeyi istiyordum. Tıpkı sevdiğim bir yemeği, tabakta bitirdiğim gibi, şu aralar, belki de uzun zamandır ne yediğimin farkında değilim. Bu yüzden gerçekten de sevdiğim yemeklerin hepsi öldü. Sadece torbaya doldurur gibi, aceleyle, karnımı doyurmaya çalışıyordum. Yavaş ve güzel bir sohbetle sonlandırılan yemekler, başka ailelerin otuzlu yaşları anımsatıyordu.
Ben anaokulu öğretmeniyim. Bilmiyorum, sizi de şaşırtıyor mu? Aslında kadın sayısının fazla olduğu bir bölüm yazmak istemiştim. Hayatımın kadınını orada bulacağım ümidiyle başladım yolculuğa, buldum da, dört yaşında Ful adındaki bir kız öğrencimdi. Onunla olan çalışmalarımızda hep beni şaşırtmıştı. Sanki büyüklerle yakalayamadığım her sohbeti, o bana açıyordu. Sorularım oluyordu ona. Ful, söylesene, neden insanlar bu kadar az gülümser, Ful söylesene huzur dediğimiz şey nedir, gibi sorularım çok olmuştu. Ful’un bana akıl verdiği zamanları bile bilirim. “Sen ağlamak istemediğin için üzülüyorsun, sen buruşuk kağıt gibi kendini gülmeye zorluyorsun, çizgi film gibi bir kadın seni bulacak öğretmenim,” diyerek konuşmalarımız sonlanıyordu. Oyun oynadığımız çoğu zaman tek başına kalmayı seçen Ful, geçen sene kanserden ölen ikizinin yanına gitmek için, annesinin doğum kontrol haplarıyla intihar etti. Dört yaşında, intiharı nasıl tanımlardı diye günlerce düşündüm. Gelmediğini anladığı için, onun yanına gitmek, derdi. Evet, onun yanına gitmek.

Bu sorgular sonrasında, kimin yanına gitmek istediğimi düşündüm. Herhangi biriyle bağ kuramamıştım. Kimsenin yanına gidemezdim, izin ister ya da müsait mi diye sorardım, çat kapı gidecek kimsem de yoktu. Bu kadar zaman neden yakın arkadaşımın olup olmadığın fark edemedim. Kendi evime çat kapı girerken bile evde hırsız olup olmadığını ya da üçüncü türden canlıların, böceklerin, cinlerin, meleklerin olup olmadığını sorgulamışımdır.
Mezuniyetimden önce birkaç sevgilim olmuştu. Bir ilişki nasıl yürümez sorusuna, kimseye aşık olacak kadar ciddi yalan söyleyemiyorum, derim. Bunlar yüzünden gelecekte, rüya gibi ya da masal belki de ama bir romanım olabilirdi ya da güvenlik görevlisi olarak geceleri, karanlıkta, Tanrı'nın korktuğu şeylerin sırlarını ben çözebilirdim. Anaokulu öğretmeni olarak staj gördüğüm süreçlerde Ful’u kaybetmek, kapısını çaldığım bir oyun parkını kaybetmiş olduğumu hissettirdi. İlaç alarak yok etmek kendini, tıbben tüm eczacıları katil yapıyordu. Ben bunları çok düşündüğümden, insanlara garip değil, sıradan geliyordum. Çünkü garipliğin artık görsel açıdan seyri değişmişti. Youtube üzerinden yayın yapanlar, gösteri çıkartanlar, sokak ortasında parti sloganı yapıp, canlı bomba olanlar yüzünden ruhuma olan ilgi 90'larda kalmıştı. Ben insanlar içinde bağıramazdım, ancak onları Davud heykelini izler gibi izler, yüzlerindeki anlamlar, mavi gözlerinin altındaki kızarık göz kapağının nedenini aramaktan başka bir şey yapmayı beceremezdim. Gülmeyi bile beceremiyordum, büyük görünmek için sakallarımı insanlar üzerinde kullanıyordum. Daha çok sakal, daha çok saygı, daha çok bıyık, daha çok entelektüel, daha çok küpe daha çok karizma, daha çok gülümseme, daha çok çirkin bir yüz, bunlar böyle olup giderken, intihar etmek adına birini aramalıyım dedim. Sevgili bulamıyordum, bari intihar edecek birini bulup, birlikte bir yaratılışa son verebilirdim.

Yılan, “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi, “Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” 


Gece hemen bir slogan buldum. İsim olarak bir şey girmem gerekiyordu. Ne kadar acı çektiğimi anlasınlar ve bu acının devamlılığını kavrasınlar diye, Bay Regl ismini buldum. 

Bir gösteriden çok, acısının son bulmasını düşünen bir kadın arıyorum. İntihar partneri olarak bana yardımcı olursa, yokoluştan önce, yemek yemek istiyorum. Bana ulaşmak isteyenler, mail adresim .... , mektup adresim .... lütfen, ciddi olarak ölmek isteyenler bana ulaşsın.


Neden felsefi birkaç cümle sıkıştırmadım diye düşündüm. Sonrasında, bu kişi delirmiş, bu yalnızlıktan kendini öldürmek istiyor'dan öte, sıradan bir yokoluşu seçmiş, kendi seçimi, helal olsun diye arkamdan birkaç gün üzülüp, bir ay kadar da zihinlerini işgal edip giderim, anne ve baba, aile zaten acı çekmeyi önceden seçtikleri için, buna hazırlıklı olacağını umuyorum. Evlat acısı vermesin Allah diye konuşan teyzelerin, hiçbiri kendini öldürmemiştir, sanki dört duvarı kutsal sözlerle tıkalı bir odada, sudan boğulmak gibiydi her şey.


Mektupları tek tek okumak için heyecanlanırken, ilk mail ile heyecandan vurulmuştum. Bay Regl, aynı kentte yaşıyoruz, ciddiyseniz bu gece .... parkında ölelim. İsmim Lal.

0 yorum:

Cecilia'nın Kaybedilmiş Aşk Mektubu - 2. Bölüm

15:07 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Çocukluğum, salıncak sırası beklerken, tüm insanlık tarafından katledilmişti. 

Seninle karşılaşmadığımız yüzyıllar oldu mu diye sormuştun bana. Birinci Dünya Savaşı'ndan 48 yıl önceydi. Ben daha o zaman gözleri yeşil, göz bebeklerinde siyah noktalar olan bir kız çocuğuydum. Seninle karşılaşmak için parklarda bekliyordum. Sen hangi ülkedeydin, bilmiyordum. Sadece her çocuk gibi, mutlu olacağımız yerlerin sadece parklar olduğunu düşünürdüm. Salıncakta sallananları izlerken sadece öleceğim yerin bir park olacağını umut edemeyecektim. Silahların patlamasıyla beraber, pek çok çocuk gibi ben de öldüm. Bunları mektubuma yazmak istemiyordum fakat mutsuz ve bensiz öldüğün 1800'lü yıllarda bu yaşanmıştı. Neden o yüzyılda birbirimize aşık olmadığımızı hala sorguluyorum. Neden ben bir kız çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve ölmüştüm. Öldürenler kimlerdi diye uzun uzun düşünüyorum şu anda. Çayımı bile yudumlamak istemiyorum, gerginim, üzerimde büyük bir yük ve her şeyin sorumluluğu olan günler yaşıyorum Cecilia. Aslında gülümsediğimi sadece senin görebiliyor olmanı mucizevi buluyorum fakat o yüzyıl. 

O yüzyıldaki ölüm sahnesini birkaç gündür rüyamda görüyorum. Sen benden üç yaş büyüktün ve sadece insanları öldürmenin hazzına varıldığı o yüzyılda parktaki çocukları sadece bir kişi öldürebilirdi. Sen o kişiydin, biliyordum, rüyamda gördüm. Bunu bilerek yapmamıştın fakat ama ölümümü sen istemiştin, ben buna dayanmak için karnıma sıkıca bastırmandan anladım. Sen akan kana karşılık, yüzümü hayranlıkla bakıyordun Cecilia, sen bunların olabileceğini bilmediğinden, yüzümdeki gülümsemeyi yok edecek bir ressam ararken beni öldürebilmiştin. Ağlamıyordun, sadece göz bebeklerin büyüktü ve beni neden öldürdüğünü bile soramadan, vazgeçebilmiştim bir Cortazar şiirindeki tını gibi. Benimle böyle, ellerindeki kanların ve ruhundaki insan öldürme duygunla karşıma çıkmıştın. İnsan ölürken bile aşık olmaktan vazgeçemiyor. Bu yüzden seninle sadece birlikte olmayı seçmedik. Ayrı olmayı da öldürdüğün sabahta, o salıncakların daha koyu, zamanın daha kahverengi, tozların bile daha gerçek olduğu 19. yüzyılda, beni öldürdüğünde tanışmıştık. Üzerimdeki parlak mavi kıyafet ve bir kız çocuğuna yakışır güzellikte gülüşümle, karnımdaki kanın yayılışı gibi şimdi yanağındaki beni gördüğündeki kızarıklık. Bu yüzden biz farklı yollardayız, sen beni öldürdüğün sabahtan dolayı ayrı olmayı da bir o kadar sevdik, bu yüzden aşk mektuplarımızda hep bir gitmek vardı.Ben dini inançların, Tanrı'nın ve karınca yiyenlerin arasından zamanı durdurarak, yağmuru susturarak, sevgimi ve ölümleri beraberinde getiriyorum. Sen bir ölümle beni sevebilirdin, ben bir yok oluşla sana kalabilirdim. Biz zaten zamanı durduracak kadar birbirimizi yok edecek kadar sevebiliyorduk. Tanrı tüm 19. yüzyılın aşklarının belasını versin Cecilia. Bu yüzden evlerimiz, zamanlarımızın ayrılığından acı çekmiyor, uzaktaki yollardan, kıtalar arasındaki tebessümlerden güç buluyorduk. Hiçbir zaman tek başına bir anlam bulamamıştım rüyalarda. Söylemiştim ya, en çok seni Birinci Dünya Savaşı'nda sevdim diye. Seninle öpüşmediğimiz tek yüzyıldı o. Ölüm esnasında kanlarından arasından dudaklarıma dokunduğun ve üst dudağımı da dilinle sevdikten sonra tüm zamanı sana bırakarak ve senden anlamsızca intikam alır gibi yalnız kalabilmiştim. Unutma her zaman senden önce ben öldüm. Bu yüzden sana 21. yüzyılda nerede olduğumu ya da nasıl öleceğimi, son mektubumda yazacağım. Sen şimdi, sadece pencereni aralamalısın, biliyorsun yağmurda hep bir kedi yavrusu ölür ve biri kurtulur. Ben de kapısı çalınmadan girilen odalardan, saygı duyulmayan gecelerden ve sevişmekten kaçtığım her insandan sonra kendimi boğuyorum. Şimdi bir trafik tabelası altındayız, çünkü ölmeden önce bana orada sarılmıştın ve biliyoruz ki ilk trafik işareti 19. yüzyılda kullanıma başladı ve ben seninle hep oradan ayrılır gibi, yanından ayrıldım. Sigara içmeye gidiyorum Cecilia, sen hala uyumadıysan, gece gibi kalbimi hatırla. Arkaya dönüp bakarken hiçbir zaman ölmeyeceğim. Lal gibi sessiz bir Gece'de anneler günün kutlu olsun.

0 yorum:

Cecilia'nın Kaybedilmiş Aşk Mektubu - I

15:42 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Sana baktığımda tüm sokak çocuklarına sarılmış gibi hissediyorum.

Uzun zamandır, bir kadın olarak kendimi sevemediğimi fark ettim. Kırk ikinci yaşımı seninle kutlayacağım sanıyordum. Seninle yirmi yıldır tanışıyordum. Bu yüzyılda yirmi yıldır beraberiz diyerek güldüğünü hep hatırlıyorum. Biz İsa'dan önce de sonra da birbirimizi sevmiştik, bazen cro magnon olarak dünyaya gelip, sakallarının arasından çirkinleşmeye yüz tutmuş bedeninle bana sert şekilde sarılmandan, Ortaçağ'da bir pantomim sanatçısı olduğum ve fahişelikle suçladığım o anda, bana uzaktan bakan çocuk olarak seni tanımama kadar. Hep farklı dönemlerde seninle denk geldik, sen hep bana eksik bir taraf ayırdığını söyledin, benden gelecekte olduğun zamanları da hep bir durgunluğun vardı. Şimdi de gelecektesin, yine benden önce gittin bir yerlere, bir başka yüzyıl için Tanrı ile anlaştığını biliyorum. 

Rönesans'ta bir kostümcü dükkanında çalışırken, senin kapıyı hızla çarpıp girmen ve oturur oturmaz ağladığını hatırladım. Sen ağladığında ben Shakespeare'in Hırçın Kız'ı için, kırmızıların yoğun olduğu bir kumaşı kesiyordum. Elimdeki makasın sesiyle irkildiğini de biliyorum. Ben işime devam ederken, sen sadece silinmemiş pencereden dışarı bakıyordun. Korkmuştun, ben bir adamın bu yaşta neden bu kadar korkabileceğini kestirememiştim. Sana seslendiğimde, şimdi hazır olmadığını söyledin, kimden korkuyorsunuz diyemedim, bir çocuk gördüm sanki babasından ölürcesine korkan ve ondan saklanan. Birkaç adam içeri girdiğinde artık kumaşların arasında sende doğanı bulmuştun. Sen de saten bir kumaşın ruhu vardı, sevemeyen ve silemeyen tüm kadınlar saten severdi. Adamları çıktı diye seslendim sana ama orada uyuyakalmanı da istedim hatta orada yok olmanı bile istedim, makasın sesi sanki senin hayatını artık ikiye bölmemi istiyordu. Kalktım ve seni tüm kumaşların arasından çıkardım, elimdeki makas ile bana ödeme yapmalısın diye seslendim. Korkunun en kolay yok olma şeklidir başka bir korku. Cebinden para çıkardın, bana uzattın, reddetmedin, ödeme yapmak sana normal geliyordu her iyiliğe. Tekrar parayı uzatıp, bana içki ısmarlaman için sana borç veriyorum dedim. Bir önceki gecelerde, Hırçın Kız'ı okuduğumda, Tranio şunu sormuştu; 

"Ne olur söylesenize efendim
Aşk bu kadar çabuk mu çarpar insanı."

Ben Rönesans'taki saçlarımı her zaman daha çok sevmiştim. Bukle bukle olmasını şu dönemde istiyorum ama saçlarımın uzaması gitgide beni mutsuz ediyordu. Kolay taranmıyor, kullanılan şampuanların beni yok ettiğini bile düşünüyorum. İçkiden sonra seninle evleneceğime hemen karar vermemiştim. Birazcık uzak durmaya çalıştım, garip ve içinde geçmişten gelen acılar taşıyordun. Sen cennetten kovulmamak için kanatlarını elma diye paylaşan biriydin. Bunu o dönemlerde, Havva olduğum anlarda anlamıştım. Yılan da elma da bahçe de sendin aslında. Bunları bir kadın olarak görebiliyordum. Hristiyanlığın senin üzerindeki etkilerini sevmemiştim Ortaçağ'da. İsa için oyunlar yazıyordun. Onları kilise içerisinde oynamaktan da mutluydun, daha fazla kazanabilmek için yazmayı seviyordun. Rönesans'ta bu değişti, iki kızımızın oluşu seni mutlu etmişti. Onlara Lafoel ve Clementien ismini vermiştik. Lafoel hep sana benziyordu. Gözlerinin yeşilini benden aldığını bilsem de o yeşil gözleri senin gibi bakmaya zorluyordu. Sana benzemek için her gün İsa'ya dua ediyordu. Bir gün senin gibi bakabilmek için resim yaptı, gözlerinin siyahlığını bir kağıda çizdi sonra engelledin, resim yapmasına kızdın, sen güzel olan her şeyi engellemeyi seviyordun. Kabul edemiyordun, seni neden sevdiğimi de sorgulamama da hiç izin vermedin. Kumaşlara dokunamıyordun fakat avuç içlerin göğsüme Shakespeare soneleriyle dolduruyordu. 

Rönesans'tan sonrasını hatırlamadığını anımsıyorum. Fransız devriminde yine birbirimize bulduğumuz yer çok komikti. Bastille hapishanesinden kaçtığımı söylediğimde, bana bakışını, o yeşil gözlerinin nasıl da korku dolu olduğunu anımsıyorum. 12 Temmuz gecesinde başladı her şey. O gün yağmur yağsaydı şu anda belki seninle tanışmamış olacaktım. Hapishane yerli yerinde olacaktı ve seninle üç yıl sonra yürüyeceğimiz ve senin sol ayak baş parmağının kırılacağı köprü olmayacaktı. O gece sadece insanları öldürmenin bir işe yaramadığını anlamıştım. Sana bunu söylediğimde her kadın gibi korktun tabi. İsmini hala hatırlıyorum, Juli, tam bir falcı ismiydi. Sen de genç bir kadın falcıydın. Benimle orada tanışacağını önceden bildiğini söyleyip, o kadar korkuya rağmen saklanmış ve üzerinde erkeklere özgü kıyafetler vardı. Biz karar vermiştik, tüm halkın ayaklamasına biz de destek olacaktık. Frao'nun dediği gibi; bu geceyi de uykuyla geçireceksek, öldürülmeyi hak etmiş olacağız. Frao'yu dinlerdim, onun bakış açısı beni hep gururlandırmıştı. Neden içerideydi bilmiyorum ama net bildiğim, ölümden nefret etme sebebinin kale komutanı Bernard le Launay olduğuydu. Frao'ya seni üç kez giyotine vuracağım diyordu. Ve çoğu acıyı zenginliği ile unutan Shcrore adındaki tek soylu ise, sadece Frao'ya senin nefret ettiğim tutkun yüzünden her gece mutlulukla uyuyorum diyordu. Aynı koğuşta olan herkesin ilişkisi birbirini sevmeme üzerineydi fakat mutlu olmak, bir geceyi daha kimsesiz geçirmemeyi sağlıyordu. 

Devrim öncesi seninle, o taşların Bastille'e atıldığı günde,tanışmamızı önceden görmeni hep hayranlıkla dinledim. Bir faldan daha çok masal gibiydi. Bana tiksinen gözlerle bakan kadınlar gibi bakmıyordu Juli, tabi o dönemde ismin Juli'ydi sevgilim. Şimdi bir erkeksin, gözlerin benim devrimdeki gözlerim kadar derin karanlık geceler gizli. Şu günümüzde, iskelede dans ettiğimiz geceyi hatırlarsın, Fransız Devrim'inde Launay'ın kafasını tahtayla gezdiren Frau, Bastille'in halk ve bizim tarafımızdan yıkılmasından bir sene sonra, o kutlamada bize şarkı söylemişti. Birlikte dans etmiştik, özgürlük kadar güzel bir şey yoktu. Sen yeşil gözlü kadınların az olduğu Fransa'da, herkes tarafından fark ediliyordun. Özgürlüğün yolunu Sartre'dan önce biz Fransa'da yaşadık. Senin kadın olduğun yüzyılda, seninle sevişmeyi değil de sadece gülüşüne bakmayı seviyordum. Sanırım şu anda sen benim sevişme isteğime karşı gülüşümü çok seviyorsun. Bugün 42 yaşımın 2 Aralık'ındayım. Seninle kutladığımız bu yüzyıldaki doğum günlerinde hep, bir cümle verdin bana. Bugün o cümleler sayesinde, kalbimdeki acıyı gülümsemeye çeviriyorum. Hep bir devrimin içinden geldin, gerek koşarak kaçtın, gerek bir falcı oldun, bunları bu yüzyılda yazmak istiyorum. Çocuklarımız yine iki tane biliyorsun. Oğlumuz Eolo'ya gülüşünü hep sevdim, kızımız April ise bisiklete binerek ve uçurtmanın üzerinde dünyayı gezdiğini bize inandırmaya çalışıyordu. Bu arada sana üç mektup yazmamı istediğin için aceleye getirmek istemiyorum o kutuyu açmak adına. Biliyorsun, senin oyunlarına hep saygı duydum. Rönesans'tan beri bir çocuk ruhuna takındın sen, bu yüzden senin dünyaya bakış açını anlamaktan zorladım. Sen kadınken de zordun aslında ama içinde, şu mutlu çocuklar gibi bakmanı hep sevdim. Şimdi gecemi, bana ilk ve tüm insanlığa ilk defa okutturduğun romanına sarılıp uyuyacağım. Bazen söz dinlemediğin için sana kızıyorum, hep erken gitmek zorunda olduğunu biliyordum ama neden seni öpmeden intihar ettin? Buna izin vereceğimi de biliyordun, sanırım oyuna yine başlıyoruz. Keşke regl olup, sevişemeseydik dedim, güldüm. Sen de gülüyorsundur ama gözlerimi göremediğin ve uzağı ölsen daha göremeyeceğin için, sana anlatmak istedim.

Yarın sana yazacağım.Hemen ölümü kabul etmeyeceğini bildiğimden söylüyorum, seni en çok İkinci Dünya Savaşı'nda sevdim.




0 yorum: