Roman Yazamıyorum. Hoşçakal Nastasya Filippovna

13:55 Yazabilen Yaratık 1 Comments

" Senin kardeşin olarak dünyaya gelmeyi ya da seni kendim doğurmuş olmayı isteyecek kadar çok seviyorum." 

-Ayrılmayız.

Bu cümle yıllardır aklımda, romanımın ilk cümlesi olacak kadar kutsal. Peki sevgili yazabilen yaratık, sen neden roman yazmadın. Bu kadar insanların, ağaçlar için devrime kalkışırken, pek çok kitap satmadan, beklerken, amacın, isteğin neydi? Bugün uzun bir yazı olmasını ve bir kısmi veda olarak algılanmasını istiyorum. Neden kitap yazmalı ya da yazmamalı!

- Neden kitap çıkarmamalıyım'ı düşündüm. Ben ona fiyat biçecek ve şu kapak olsun, öyküyü daha güzel hale getiriyor gibi sözler kuramazdım. Önemli olan içinde saldırganlık ve varoluşun modern zamandaki saldırgan eylemsizliğine dönüşmesini anlatacaktım. Bunu para bedeli vererek, aslında çalışmadan sadece yazacaktım. Yazarak para kazanarak, yeni romanlar, yeni karakterler bulacaktım belki ama bunların hepsi artık aynı olduğumu varsaydığımdan, bir kitaba dönüştürmedim. Günlüklerini fiyatlandırır mıydı Sylvia Plath merak etmişimdir hep. 

- Neden yazmak istemedim, çünkü birilerinin kitaplığında üstümde Dostoyevski, benim kitabımın altında, Emrah Serbes, sol tarafımda da sevmediğim bir modern yazarın kitabı olsun istemedim. Bir de hangi isimle olacaktı, gerçekten de bana konulan bir isimle, insanlara, yıllardır eleştirdiğim sistemde ben de -sözde- sistemi kırmak için geldim. Daha çok sevişmek için kitap yazdım, bir pipoya telifi verdim mi diyecektim. Ben imza günü olsa, karşımdakilerin saldırganlık ve hayranlıklarına imza mı atacaktım, yahu benim imzam bile kötü.

- Neden yazmıyorum sorgusunda, yazacak yerim yok. Malum, İzmir'de yaşıyorum, bedenimin yüksek lisans dersleri ve çocuklara zaman ayırdığımdan, yazmaya zaman ayıramayacağımı düşünüyorum. Gerçekten de zaman ayırmak istemediğimden bunlar. Kitaptan kaçıyorum, yazacaklarımdan kaçıyordum. Kendimden kaçmak için sosyal medyada anlık paylaşımlarla, birkaç beğeni ve düşünceden uzak sözlerle kabul görüyordum. Bazen ücretsiz bir fahişe gibi hissediyorum orada. İnsanlar sevişmek, sevmek ve tanışmak istiyorlar. Gerçekten de görmek istiyorlar. Benim kadın ya da erkek olmamı önemsiyorlar. Birlikte yürümeyi teklif eden ya da sana anlatacağım bir acım, bir sarılmam var diyen yok. Ne kadar acı, yazdıklarımdan daha çok çirkin görüntümün merakı.

- Romanımda iki karakterin tasarımını yıllardır düşünüyorum. Bir kadın karakter ve bir erkek. Erkeği tanıyorum, uzun zaman önce toprağa gömdüm kendisini, ben gömmedim aslında, cenazesinde bile yoktum. Onun öldüğü gece, ben sabah başka bir kentte sevişiyordum.  Kadın karakteri aramaya başladım, ilk başta kendi lisans dönemimden birkaç görüntüyle, bulduğumu sanmaya çalıştım, sonrasında Ankara'ya gittim, evet dedim, sanıyorum ki, yağmuru fark ettiğinde hemen şemsiyesini açtı ve yok oldu karşımda, sonra İstanbul, sonrasında sosyal medya da kadın karakterler aramaya başladım, sanki tanımadığım bir çocuğu ya da Tanrı'yı arıyordum. Öncelerinde bulduğumda onunla sevişmek istemiştim. Nasıl bakar bilemezdim ama gerçekten de yazarın ruhundan karakterin ruhuna bir dönüş olmasını düşlüyordum. Bir insandan öte, bir defterin yaprağını çevirir gibi sarılmak, bir tanıma ve yaratma durumu kafamda tasarlamıştım. Sonra vazgeçtim tabi ki, nerede yaşıyordum, hangi şehirde ve ülkede. 

Arayışım devam etti, sosyal medyadaki insanlara baktım, hepsi en elit, en birbirine benzer pozlarıyla görünüyorlardı. Gözleri ne renk olmalı, nasıl sese sahip olmalı diye, aslında pek çok kadın karakter yazmıştım ama bu başkaydı, ismi Lal'di, sonrasında bundan da vazgeçtim. Arayışım, boynunda ve göğsünün ortasında, daha çok sağ göğsüne yakın bir yerde ben olmasıydı. Sonrasında insanlara dikkat etmeye başladım, Bir ara kendimi tamamen bir sapık gibi kurguladım. İnsanlardan, merhaba, ben roman yazacağım, sağ göğsünüzde ben var mı diye sormak istedim. Zaman geçiyordu, yaşlarım yirmilerin sonuna geliyordu ve ben hala iki romanı bir araya getiremiyordum. Camus, Kafka'nın romanları, ilk yazdıkları da berbattı diye kendimi iyi hissettirmeye çalışıyordum. Kitap okumamaya başladım, her şeyden kendimi soyutlayamıyordum. Yazdıklarım birbirine benzer bir kaygıyla gidiyordu.

Metroda birine rastladım, yanına gidip, " Merhaba, roman yazacağım da karakterime benziyorsunuz, tanışalım mı?" düşüncesi sonunda hep bir olumsuzluğa denk düşecekti. Bunu biliyordum. İzmir'de metroda kimseyle tanışmadım...

Sonra bu tutkudan da vazgeçtim. Sevişemedim, tanışamadım. Bir ara sosyal medya hesaplarından, roman karakteri arıyorum, düşünenler bana ulaşsın demek gelmişti. İzmir'de görüşmelerimde kitap hediye ederek, doğru karakteri, görseli, ruhu bulacaktım.

Saçmalama.

İnsanların da bir hayatı olduğunu çoğu zaman unutuyorum. Bu kendi hayatımın farkındalığını yazma üzerine kurguladığımdan dolayı sanıyorum ya da ciddi anlamda major depresyon tanısı konulacak kadar yaşamdan mutsuz olan biriydim. İzmir bana roman yazmak adına iyi gelmeyecekti. İş arayıp, defolup gitme düşüncesi var İstanbul'a ya da daha küçük bir şehirde kapanarak, metrolar, otobüslerin olmadığı, mavi dolmuşlarla yavaşça gidilen şehirde okumak...

-Roman yazmanın zorluklarına karşı gelemiyordum. Özgür bir dünya yaratsan da buradaki yazacağım şeylerden ciddi anlamda korkuyorum, ağlamaktan korkuyorum, acılarımı, acıtanları tekrardan nefes alıp vermelerini sağlamaktan. Birilerini tekrar öldürmekten korktuğumdan kendimi öldürüyorum. Kendi canım yanmasını, başka canları kurtarır gibi sandığımdan yazmıyorum. Tüm babalardan, annelerden, eksik ve tamamlanmamış çocukluklara bağırmaktan korkuyorum. Montaigne'den Kafka'ya uzanan, bir yalnızlık ve ölümlerden, yalnız yatan kadınlardan, sırtını kaşımaktan uzak adamlara kadar anlatmak beni fazla yaralayacağını, bildiğim için.

Neden yazmalıyım diye bir şey diyemiyorum. Bunun bir nedenselliği yok, güdülenmiş gibiyim, hüzünleri, yaşamı, kurgulanmış Tanrı'yı anlatmak, farklı ya da beynimin algıladığı gibi yazmak istiyorum. Ben iyi bir insan olmak, iyi bir yaratık ya da tüm bu rahatsız edici sözlerin yanında, gerçekten de kendime hayran kalacak bir özellik bulabilmek için, gönül rahatlığıyla, ölebilmek için yazmak istiyorum. Bir kız çocuğu dünyaya getirerek, ona uzun bir mektup vermek adına... Fakat tüm kız çocuklarından uzun süre önce vazgeçtim. Her insanın geçmişindeki izlerinden kurtulamıyordum. Kalbimde sadece büyük ağırlıklar vardı, psikiyatriye mi gitmeliydim bilmiyordum, ne iyi geliyordu, ne kadar iyileşebilirdim, bunu hiç bilmiyorum ama sevgili az ama içinden rüzgarlar geçen, birini öperken gerçekten de koşmuşçasına, özlemişçesine öpebilen, okuyucum. Ben senin için bu kadar acı çekiyor ve anlatmak istiyorum. Sana bir masal anlatır gibi, üstünü battaniyeyle örtsem de yatağın altındaki pek çok acı verici, ölümden daha da unutulmayacak o anlar için yazmak istiyorum. Kendime kızdım, bana da kızdılar, sosyal medyada yazma artık diye.

Sosyal medyada yazmak ya da yazmamak meselesi.

Kendime uzun zamandır hayranlık duymuyorum. Bedenimde sevgiye ait zerre bir şey yok. Bu nasıl oldu, nasıl bir hayvana, acı çeken, üstüne tuz dökülmüş bir salyangoza dönüştüm bilmiyorum ama. Sevgi adına, hiçbir varlığa zerre bir şey hissetmiyorum. Bunu hissetmek için aldatır, dövülür, dişlerim dökülür, ısırılır, ağlatılır ve korkutulabilirdim. Birkaç insanın sözleri dışında yazma konusunda desteğim yok. Kanser hastasının ölümü kabullenişi gibi sanırım. Aklıma gelen cümleleri, fotoğrafla birleştirme sanatı diye uydurduğum bir şeyle başladım. Yazdım, 300 öykü ve 5000 fazla minimal deneme öyküler yazmışım. Değişen şey, daha da keskinleştirmek oldu sevgisizliği. Aşık olmak isterdim, uzun süredir kimseye hissetmediğim bir şey bu. Bu roman yazdırabilirdi. Aldatılabilirdim, bu da yazdırırdı, ölümler olsaydı defalarca, yalnız kalsaydım, yazabilirdim. Belki de bir yerlere giderek kendimi kapatmak gerekiyor. Para toplayıp, Şirince'de bir dağ evinde on günde bitirebileceğim bir roman. Bedenimi mi vermeliyim, pazarlamalı mıyım ruhumu şeytana bu roman için. Biterse kendimi diğer bir romana mı yoksa ölüme mi bırakmalıyım. Biriyle yürür gibi roman yazmayı isterdim. Çay içer gibi, çocukları izler gibi yazmayı isterdim o romanı. Tecavüz edilirken, çırpınır gibi yazmak isterdim romanımı...

Oğuz Atay'ın dediği gibi değil ama ; ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin acaba?

Ben de artık kendi yerimi yazma anlamında bulmak adına, biraz zaman sosyal medya etkinliklerime ara vereceğim.Roman yazmak için gitmek, gitmek, gitmek gerek. Belki o zaman insanlarla tanışır ve o karakteri bulur ya da kendim olurum. Olurum ve giderim buralardan. O gölün kenarında, kızımla yaşarım.

Varlığınıza Saygımla

Yazabilen Yaratık'tan.

1 yorum:

Sevdiklerimi Öldürmeden Önce Saat Kaçtı?

16:42 Yazabilen Yaratık 0 Comments

Kokain içmeden ölmeyeceğim diye kendime o gece, evet o gece söz verdim. Bu sözü defterime yamuk yumuk yazarak not ettim. Hemen yan tarafına konan bir sineği izledim. Bembeyaz defterin etrafında bir şey arıyordu. Bizler gibi, belki para, belki mutluluk arıyordu. İşte, birkaç dakika o sineği sadece izleyerek, tüm insanlığı fark ettim. Bizim gibi, nereye gitmek istese aklı başından gidiyor, kendine dokunuyor, neresi bacağı, neresi eli pek anlamasam da, göz göze gelmekten kaçınıyordu. Bu beni rahatsız etmişti. Hayallerimi yazdığım deftere izin almadan, tıpkı annem gibi, tıpkı evleneceklerim ya da sevdiklerim gibi her konuda bana akıl vermeleri gibiydi. İstediği gibi hareket ediyordu. Herhangi bir emek göstermeden, yahu herhangi bir pencerede açık değildi. Tavana bakıyormuş gibi yaparak, gözlerimle onu kestikten sonra, sağ elimle defteri havaya kaldıracak sertlikle vurdum. İçime bir rahatlık geldi, elimi kaldırmadım, onun altındaydı. Biraz bekledim, kulak kesildim vızıltıya fakat yoktu. Elimi kaldırdıktan sonra kağıtta olmadığını görüp, elime baktım, dağılmıştı. Eli, yüzü, bacakları, karnı birbirine girmişti, artık kendinden kırmızımsı, siyahımsı bir iz bırakmıştı. O anda her şeyi anlıyordum. Sadece bir sağ el, bir sağ el onu bu hale getirmişti. Hemen elimi yıkamak için kendinden emin bir tavırla yürüdüm. Uzandım, aynada kendime baktığımda artık o eski kişi değildim. Demek ki, biraz sertlik istiyorlardı. Defterin o sayfasını da silmeliydim ve yeni bir başlık atmalıydım. Elimi iki kere yıkadım, sabunladım, duruladım, sonra yine aynaya baktım. İçimden dişlerimi de fırçalamak geldi. Tam bir temizlenme istiyordum. Duşa girmeli miydim bilemedim, hava soğuktu, duş alacak kadar iz bırakmamıştım oysa. Girsem ne yapacaktım, saçlarımı kurutmak zaman alacaktı, tekrar odaya gidecek, soyunacak, iç çamaşırımı seçecek, neye benzediğini bilmediğim bir hisle yine giyinmek için zaman harcayacaktım. Sağ elime baktım. Duşa girmeliydim.

Soyunduktan sonra ayaklarımı yıkamak için diğer ayak parmaklarımı kullandım. Tırnaklarıma uzun uzun baktım. Nasıl da yaşlanıyordum, tırnağın geçişlerindeki matlıktan fark etmiştim. Suyu sıcaklaştırdım, biraz soğuk suyla da dengeledim. Neden istediğimiz gibi bakmazdı su bilmiyorum. Hep bir ayarlamayla zaman geçerdi. Sanırım bu da sınıfsal bir şeyle alakalıydı. Kasıklarımı sıcak suyu dokundurunca, uykum geldi. Sağ elime bakınca kendime dokunmak istedim, araladım, biraz daha sıcaklaştırdıktan sonra vazgeçtim, özgürleşmek böyle bir şey değildi.

Fön makinasına karşı hepimiz çok ciddi bakış atarız. Benimkisi de böyle bir şeydi. Yine sağ elim gereken desteği bana sağlıyordu. Biraz yüz sıcaklığım geçtikten sonra hemen deftere tekrar baktım, güzelce temizlendiğini kontrol ettikten sonra, isimleri yazmaya başladım. İlk babama tecavüz ederek, onu ölüme sürükleyecektim, bu daha önceki bakışları ve üst komşunun küçük kızına karşı ilgisinin yakalanması içindi. O çocuk ne kadar üzülmüştür. Sonra annemi yazdım listeye, onun tüm bu sapkınlıklarını kabullenip hala ona yemek hazırladığını gördüğüm için, sevdiği patatesli köfte ile onu zehirlemek istiyorum. Arkasından iki yakın arkadaşımı öldürmek istiyorum, onları nasıl öldürecektim bilemiyorum, birini bıçaklamak istediğim kesin. Nefes nefese kalmıştım bunu yazarken, dışarıda biri kavga ediyor gibi geldi. Aslında kulağımda kulaklık vardı o anda, ama biri dışarıda kavga ediyor gibiydi. Gözlerim doldu bir anda, deftere yere attım, devamında sevgilimi de delirterek ve yalnızlaştırarak öldürecektim. Çünkü onun beynini bir kaya matkabıyla delemezdim, olmazdı bu, makina bunun için fazla masum kaldırdı. Ama dışarıda biri, bir kadın sanki dayak yiyordu. Hemen koştum pencereye, kimse yoktu, bir sokak lambası ve sisli hava vardı. Ama o anda kulağıma sesler gelmeye devam ediyordu. Pencereden izleyerek, sıradan bir sokak görüntüsüne karşı ağlayışlar ve orospu kelimelerini duymaya başladım. Birden bire koşmak isteği geldi, üç gün önce Zweig'ın kitabını bitirmiştim, bununla mı alakalıydı bilemiyorum ama durduramadım. Sokaktan dört kere geçtim, üç kere de mahalleyi turladım, nefes nefes kaldığım için ağlayamıyordum, kaldırıma oturdum.

Kaldırımda o sesleri dinledim, insanların gelip geçerken yollara bıraktığı seslerdi bunlar. Çocuk arkadan ağlıyordu, sesleri duyuyordum, sesler ve anılar kaybolmuyordu. Sinek sesi bile geldi, defalarca. Sanki sağ elim artık işlevini yitirmişti. Tokat sesiyle beraber yüzümü kapadım. Sadece ağlamak istiyordum, annemi de babamı da öldürememiştim. Sevdiğim de ölmemek için pek masumdu. Aldatamıyordum da, sanki her şey beni delirtecek kadar saklanmıştı. Asfalta tüküremeyecek kadar da aktivistim. Her şey üst üste gelmek için kurgulanır. Martı çoğu zaman yalnız uçtuğunu sanırmış. Ben de böyle defalarca geçtiğim yerde tek ben acı çektiğimi sanıyordum. Kaldırımdan gidemiyordum, kadın yere düştü, sesi geldi, kesik ve net bir kafa tası sesi yükseldi. İçimden bir ah kopacaktı ama o kadar şiir sevmiyordum. Ah kelimesini sadece sevişmenin sonunda seviyordum. Bitmesine yakın bir his veriyor. Ah sadece güzel olan bir şeye söylenmeli diye düşünüyorum. Ah küçük çocuk düştü, ah ne kadar güzel bir kitap. Kaldırımda daha ıslıklar duyuyorum. Daha fazla anne ağlamaları. Bu sokaktan defalarca geçtim. Sadece ben acı çektim sanıyordum. Anneler, kadınlar, kız çocukları ne kadar da çok kaldırımda acı çekmiş. Bir de peynir kelimesini söylemiş insanlar. Kadınlar ağlayınca daha fazla acı çekmiyordu kaldırım. Her insan için yeteri kadar ses hapsetmiş. Sadece sustum, sadece seslerin gitmesini istedim. Kadın yere düştükten sonra etrafına insanlar doluştu. Duyuyordum. Duyuyordum, insanlar kadının yüzündeki kanı temizlemek için su arıyordu. Kocası defalarca sokakta dövmüştü. Çocuk yanında, benim oturduğum kaldırımda, hemen iki adım yanımda, ağlıyordu. Ağladıkça saçlarını okşama isteği vardı. Kaldırımı ağlayarak sevdim, o ağladıkça annesi susuyordu. Annesine sarılamıyordu, daha önce annesine sarılmamıştı. O ne kadar sarılmayı önemsediyse, kimse ona sarılmamıştı. Sadece ağlamak geliyordu, sağ elimde sarıldım, uzandım kaldırıma, sadece o sussun istiyordum, bir ses duyuldu, düştü gözlüğü yere, üzerine basmamak için hareket etmedim. Biraz zaman sonra sustu. Ses verdim, söz ver dedim, bir daha kimsenin sarılmasını bekleme, bekleme diye çığlık atmak istedim. Duymayacaktı, vazgeçtim ama o sabah araba sesleriyle dolunca, anladım, gün bitmişti. Çocuk susmuştu, uyumuştu. Eve, üşümüş ve gözlerimin yeşilinin parlaklığını hissederek gittim. Saat baktım, ezan sesini bile duymadım, adamın bağırmalarından, çocuğun korkularından. Allah o gece, kaç imanlı kulunun duası için bu çocuğu unutmuştu! Saat 06,43'tü. Deftere tekrar baktım, sevdiğim kişiyi yazmaktan da vazgeçtim. Tüm herkesi silip sadece, 2041 sk. diye not aldım. Artık o sokaktan geçmemek adına, şehrimi değiştirdim. Şimdi, çocukların ağlamadığını sanıyorum...




0 yorum:

Erinyelerle Sevişirken

15:27 Yazabilen Yaratık 0 Comments


Orestes'i öldürmeyi başaran,
Gecenin Kızları'na...

"Erinyalar veya ERINYES Yun. mit. Cehennem tanrılarından İntikam tanrıçaları. Bunlar Zeus ile Olympos tanrılarından önce bilinen en eski tanrılar arasında yer alır. Kronos ile Gece’nin kızlarıdır."


Birçok gece geçti, geceler geçtikçe içimde daha sessiz bir yer yarattığımı fark ettim. Bu ülkede olmayan bir sığınma odası, huzur evleri yaşlıları almayacaktı. Ben şimdiden nasıl, nereye gideceğimi bilmeden, bir çocuğun ve yaşlının sohbetinden zevk almaya çalışıyorum. Dün gece yine bir kitabı yarım bıraktım, bıraktıkça, beni arkamdan kovalar diye düşünüyorum. Yollar eskisi kadar gri, ağaçlar eskisi kadar kovuklu değil. Tüm görüntülerin hızlıca geçtiği anlarda, karakterlere de odaklanamıyorum. Sigara kullanmıyorum, kullanmak istedikçe bir başkasına benzeyecekmişim ve sabaha kadar sigara içip ağlayacakmışım gibi geliyor. Bir gün, bir ara, bir zaman aralığında bir şarkı dilime doldurmuştum, sabahları onunla kalmamak için daha geç yatıyordum. Geç yatınca her şey daha çabuk geçiyor belki de, en son ıslandığımda küçük bir çocuktum, yağmurlu gecede birkaç insanın görüntüsüne hayranlık hissediyordum.

Bir aralık tokat yemenin de zevkli tarafları olduğunu düşünmeye başladım. Manik dönemimde yazmanın aptallığını hatta korkaklığını yaşadım. Otobüs yeterince yeşil ve beyaz, yollarda kışları kimse olmuyor, sanki bir yolculuk yaparken bir başka dünyanın insanlarına bakıyordum. Elinde torbalar olmayan amcalar, yüzünde tebessüm olmayan genç çocuklar, kimsenin seviştiğine inanmadığım şehirde, yollarda taş toplayan belediye görevlileri vardı. Onları elimdeki bozuklukları sallarken izlemeye tercih ederdim fakat artık bize bir kart veriyorlar, onlarla, her şey elimizde, her şey bir anlık, hiç kaygı duymadan, güvence altında her şey, korkumda bir şeyin güvence altında olduğuna inandıktan sonra başlıyor, bu yüzden hiçbir romanın karakterini tanımadan okumak istiyorum, bana ondan bir şeyler bahsettikçe, sevdiğim, tanıdığım herkesin bir gün öleceğine inanıveriyorum. Daha büyümediğimi fark ediyorum, kimseden nasıl intikam alınır bunun sorgusu içerisindeyim. Her şeyde sorunun ben olduğumu söyleyen insanlar oldukça, dışarının hani şu pencerenin diğer tarafındaki dünyanın nasıl olabileceğini kurgulayamıyorum, Artık eskisinden daha gözlüklü ve suskunum, bir sorunum varsa bu başkasına ait olduğunu sanmalarından kaynaklı, uzun süredir yazmıyorum, kendimle nasıl intikam alıyorum. Çünkü güzel, başarılı, ve zeki biri değilim, bunların hepsini varmış gibi gösterdikçe, kendimden intikam alıyorum. Gecelerden sabahlara kadar öpüşen, sarılan uyuyan herkesten nefret ediyorum. Bazılarımız ne kadar yanyana olsak bile, olsak bile, işte, cümlelerin sonunu bırakıyorum, bile bile bırakıyorum, annem ölmüyor ve ben bu ülkeden de gidemiyorum, ben odamdan bile gidemiyorum. Gece olmasını ben isteseydim büyük ihtimalle olmayacaktı. Ben hala otobüsten dışarı baktıkça insanların yaşadığını ve ölmemek için direndiğini görüyorum. Keşke her mevsim bitkiler gibi ölebilseydik ve başka bir coğrafyada başkasını sevseydik, başkalarını da sevmemiz gerekiyor, bitkilerde aldatmak yok, doğada aldanma yok, korkarım ki, dinler doğadan daha saçma ve korkuluk kadar gereksiz yerlerde, kimse korkmuyor.

Geceleri intikam alabilmek için televizyonu açıp, sadece anlamamaya çalışıyorum, biliyorum, annemin dizleri eskisi kadar güzel değil, biliyorum benim de dizlerim daha çirkin olacak, ben ölmeyi başka ülkenin buzul kaplı dağlarının görüntüsüne tercih ediyorum, peki siz babanızdan daha çok sevecek bir köpek edinebildiniz mi? Ne turnam var ne de gönderilecek selamım, olsa olsa, kendimi bile bile, isteye isteye, inat ede ede inandırdığım insanların karın boşluğunu ısırmak isterdim.

0 yorum: